20 Ekim 2016 Perşembe

EN MUTLU GÜN

Esra bütün gece bir o yana bir bu yana dönmüştü. Arada kalkıp odada şöyle bir tur atmıştı. Adeta sabahı sabah etmişti. Nihayet gün doğarken kalktı. Yüzüne çarptığı suyun verdiği ferahlıkla “oh be” dedi. Doğruca mutfağa koştu. Çayı koydu. Bir yandan kahvaltılıkları hazırlamaya başladı. Bayılıyordu şu çayın kokusuna. Sabah sabah,  buğu buğu tüm eve yayılmasına. Aslında en çok da o daha yataktayken annesinin mutfakta tıkır tıkır  kahvaltı hazırlarken, çayın kokusunun burnuna gelmesini seviyordu. O sesler, o koku ona huzur veriyor; yorganın altına daha da giriyor, sonra keyiften dört köşe oluyordu. Bu anları bir süre sonra bir daha yaşayamayacağı aklına gelince hüzünlendi.
Mutfaktaki seslere annesi de uyanmıştı. Annesi:
-       -Kız, sabahın köründe ne gürültü bu? dedi.
-      - Kahvaltıyı hazırlıyorum anne.
-      - Allah Allah hangi dağda kurt öldü.
-       -Erken kalktım bugün. Ben de bari kahvaltıyı hazırlayayım dedim.
-       -Uyuyamadın mı bütün gece?
-       -Ne alakası var? Mışıl mışıl uyudum. Babam kalkmadı mı daha?
-       -Çoktan kalktı. Bahçede uğraşıyor. Sen git oğlanları kaldır.
İkiz erkek kardeşlerinin odasına girdiğinde, uyandırmadan izledi onları önce. Zaman zaman kardeşlerine çok kızsa da, şimdi içinden “benim minik bebek suratlılarım” diyordu, boğazındaki düğümün gözyaşı olup gözlerinden akmasına engel olamadan. Tutmuş tutmuş, şimdi patlatmıştı gözlerinde biriken su damlacıklarını.
-     -  Neden ağlıyorsun dedi abla? Dedi ikizlerden biri.
-      - Yok tatlım ne ağlaması. Sizi uyandırmaya geldim. Hadi kalkın kahvaltı hazır.
Sonra aceleyle çıktı odadan. Babası sofraya oturmuştu bile. Suratına da yerleştirmişti o sinirli, çatık kaşlı yüz ifadesini. Annesi her zamanki gibi bir şeyler anlatıyordu. Hayatından gayet memnun ve sakindi. Bir ara bugün gelecek olan misafirlerden konu açacak oldu; hemen annesinin bacağına vurup onu susturdu.
Şu an tek istediği hep birlikte sıradan bir Cumartesi günü yaptıkları gibi kahvaltı yapmalarıydı. Kahvaltıdan sonra babası dışarıda işlerim var diyerek çıktı. Çocuklar da dershaneye gittiler. Artık heyecanını doyasıya yaşayabilirdi. Daha yapacak çok işi vardı.
-       -Sen git yatakları topla; ben mutfağı hallederim. Dedi annesi.
Odasına gittiğinde tekrar yatağına yattı. Önce yuvarlandı; içinde sakladığı gülücükleri bir bir ortaya çıkardı; zaten dudaklarının gevşemesini daha fazla durduramazdı. Sonra gitti; elbise dolabının kapağını açtı. Aslında akşam ne giyeceği belliydi ancak yine de eteğini, gömleğini çıkarıp bir baktı. Sonra çorap alması gerektiğini hatırladı, kuaföre de gidecekti. Bir fön çektirse yeterdi; hafif de bir makyaj.
-     -  Esra, sarmanın içini hazırladım. Dedi annesi.
-       -Tamam geliyorum.
Nişanın nasıl olacağından, kimleri davet edeceklerinden, düğünün nerede yapılacağından; yemekli mi olup olmayacağından yoksa en iyisinin nikah mı olduğundan bahsederken bir yandan da mutfaktaki tüm hazırlıkları bitirdiler. Annesi kimse gelmeden ikramlıkları hazırladığı için bir “oh” çekti. Zira, mutfağa kendinden ve kızından başkasının girmesinden pek hoşlanmazdı.
Şimdi karşılıklı oturup kahvelerini içebilirlerdi. Annesiyle içtiği kahvenin tadını başka hiçbir şey veremezdi herhalde. Artık ardından gelecek olan koşuşturmaca, telaş için hazırlardı. Akrabalar gelecek; her kafadan bir ses çıkacaktı. Ancak Esra, kendisi dışındaki hazırlıklar için teslim bayrağını çekmeye karar vermişti. Nasıl istiyorlarsa öyle yapsınlardı. Tartışmayı hiç sevmezdi; herkes uzlaşı içinde olsundu. Ancak herkesi memnun etmek de o kadar zordu ki.
Aslında içini kaplayan mutluluk her şeye müdahale etmek istese de, kalbindeki hüzün ağır basıyor, babasının gözleri ile göz göze geliyor ve mutluluğunu frenliyordu. Sonra insanın evlenmekten mutluluk duyması, heyecanını doruklarda yaşaması, ayağının yerden kesilmesi filan ayıp şeylerdi; gizlenmesi, saklanması gereken duygulardı.  Annesinin bilinçaltına ilmek ilmek işlediği bu duygularla Esra, evliliğe giden yolda ilk adımı atmasına eşlik etmek üzere gelen misafirleri karşılamaya başladı.
“Damadın kahvesine tuz koydunuz mu?” diye sordu kuzen. “Hayır, koymayalım. İçeride bir sürü yaşlı, başlı, hacı hoca amca var ayıp olur.” Dedi Esra. “Ne olacak ki sanki” diye ağzını büktü kuzeni.
Salonda isteme faslı gerçekleşirken, Esra mutfaktaydı. Duymak istemiyordu konuşulanları. Annesiyle, teyzesiyle göz göze gelmekten çekiniyordu. Şu fasıl da bitse de rahatlasak diyordu içinden. Babası da lafı uzattıkça uzatıyordu. Sonra kuzenlerinden biri “Baban seni verdi.”  deyince çok rahatsız oldu. Babasının onu vermesi değil de; kurulan bu cümle, ifade edilişi, dile gelen söylenişi onu fazlasıyla ürpertti.

Neyse ki, isteme faslı bitmiş; kahveler içilmişti. Bundan sonra ailelerin kaynaşması, fotoğraf çekimi gibi işin eğlenceli kısmı başlamıştı. Esra’nın yüzünde güller açıyordu şimdi. Hem sözlenmişti, hem de evini bırakıp gitmesi gerekmiyordu. Peki ya sonra ne olacaktı?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder