30 Nisan 2016 Cumartesi

AĞVA: YEŞİL KAÇAMAK

Bir cumartesi günü nereye gitsek diye düşünürken birden aklıma Ağva geldi. Kendimi Göksu Nehri'nin kenarında yemyeşil çimlerin üstünde ve ağaçların altında çocuklarla yuvarlanırken ya da bir hamakta sallanırken hayal ettim. Acaba Ağva'ya mı gitsek? Derken kahvaltımızı yapar yapmaz yola koyulduk.
Ağva Şile'den 30 km daha ileride yer alan, yine Karadeniz kıyısında bulunan bir belde. Dolayısıyla Ağva'ya giderken Şile yolunu takip edip, Şile'den sonra 30 km daha gidiyorsunuz. Biz de bu şekilde ilerlerken Teke Köyü'nde yolun ikiye ayrıldığını gördük: Ağva ve Ağva (Sahil yolu) olarak. Ağva yolunu takip etmeye karar verdik. Oldukça virajlı olan bu yol bizi biraz zorladı açıkçası. Özellikle çocuklarla biraz daha zor olabilir. Neyse ki bizim çocuklar uyudu da bir sorun yaşamadık. 
Bununla birlikte, zahmetsiz ekmek olmaz misali zahmetin yanında çok da güzelliklere şahit olduk. Yol boyunca yeşilin tonlarıyla içimiz açıldı. Bazen adeta yeşilden bir tünelden geçiyormuş hissine kapıldım. Yeşilin sakinleştiriciliği de ruhumuzu iyi gelmiş olmalı: sanki yeşil bir kaçamak yaşıyorduk.
Ağva'ya vardığımızda masmavi ve tertemiz bir denizle karşılaştık. Sanırım bahar mevsiminin ve havanın rüzgarlı olması da manzaranın bu denli güzel olmasına yardım etti. Sonra kumsalın sakinliğini izleyerek fenere yürüdük. Etrafta bir sürü köpek vardı. Sanki buranın köpekleri bile bir dingin, huzurlu geldi bana.


Ağva'nın deniz ile nehrin birleşme noktası olması onu çekici kılan özelliklerden biri olmalı. Çünkü denizden içerlere doğru bakıldığında nehir ve ona eşlik eden yeşilliğin nereye çıktığını merak ediyor insan. İşte biz de bunu merak ettiğimizden nehir üzerinde yapılan tekne turlarına katılmaya karar verdik.Sazlıklar arasında tekne turu yaparken kendimi çok farklı coğrafyalarda hissettim. Güzel bir deneyimdi. Ayrıca nehrin yeşil rengi de harika.
Yemek için nehir kenarında kurulan işletmeleri tercih etmeye karar verdik. Şengül Çiftliği'ne gittik. Konumu çok güzeldi; burada balık yemek çok keyifli olabilirdi ancak çok kalabalık bir gün geçirmeleri mutfaklarını kitlemiş. Dolayısıyla bir saatten önce yemek servisi yapamayacaklarını söylediler. Başka bir işletme de rezervasyonsuz kabul etmedi. Sanırım haftasonu özellikle bahar ve yaz aylarında nehir kenarındaki işletmelerde yemek yemek çok da keyifli olmayabilir. 
Bir ya da iki gün Ağva'da konaklamanın insanı dinlendirebileceğini düşünüyorum. Gerçekten huzurlu bir kaçış noktası olabilir. Sürpriz bir doğum günü hediyesi olarak sunulabilir. Neden olmasın?

29 Nisan 2016 Cuma

TEKNOLOJİ SİZDEN UZAK OLSUN

Teknolojiden ne kadar uzak durabiliriz ki? Evimiz, iş yerimiz, okulumuz hatta sokağımız bile teknolojiyle donatılmış durumda. Hayatımızı oldukça kolaylaştıran teknolojiden de artık uzak durmamız mümkün değil. Çünkü yaşamlarımızın teknolojiyle aktığı bir çağı yaşıyoruz. Dolayısıyla bulaşık makinenizi, çamaşır makinenizi evlerinizden; işinizin önemli parçası olan teknolojik aletleri iş yerinizden atmanız mümkün değil.
Ancak günün bir kısmında telefonlarınızı bir kenara koyup hem bedenlerinizi hem de ruhunuzu dinlendirebilirsiniz. Telefonun bağımlılık derecesinde hayatımızda olduğunu adeta mütemmim cüz gibi bedenin ayrılmaz bir parçası olarak ellerden düşmemesi bazen ruhuma acayip bir baskı yapıyor; beni boğuyor. Keşke diyorum: insanlar evlerine girerken kapının yanında bir telefon kutusu olsa da telefonlarını oraya atsalar ve ertesi gün evden çıkıncaya kadar ellerine almasalar. Böyle bir kural koymaya önce kendi evimden başlasam hiç fena olmaz elbette..Henüz evimde böyle bir kural koymasam da özellikle çocukların yanında telefonu elime almamaya özen gösteriyorum. Çünkü onların elimde telefon yerine, kitap görmesini tercih ederim. Çocuklarımın hayatları boyunca kitaplarla haşır neşir olmasını istiyorsam; ilk önce bol kitaplı ve bol kitap okunan bir evde yetişmelerini sağlamam gerekli. Aksi takdirde, onlardan kitap okumalarını beklemem gerçekten hiç mantıklı olmayacaktır. 
Ayrıca çocuklarla her yaşadığımız kriz anında teknolojiye başvurulduğuna şahit oluyorum. İtiraf ediyorum ki bunu ben de yapıyordum. Ancak teknolojiye başvurmayı artık çok sınırlı zamanlara hapsedebildim. Çok şükür ki televizyonun hiç izlenmediği bir evde yaşıyoruz. O yüzden çocukların da televizyon izleme alışkanlıkları yok. 
Ancak söz konusu çocuğa yemek yedirmek olunca ya da masa kurulup hep beraber sofraya oturunca huzurlu bir yemek adına hemen bir video açıp çocukların eline veriyoruz. Ne kadar ayıp huzuru o küçücük ekrana sıkıştırılan videolarda bulmak..
Öncelikle oğullarımı yemek yemeği reddediyorsa, yemek yedirmeyi kesiyorum. Dolayısıyla videoya, çizgi filme filan ihtiyacım olmuyor. Kendim huzurlu bir yemek istiyorsam da çekiyorum pencerenin kenarına bir sandalye; kuşları, uçakları, kedileri, köpekleri, insanları izlemesini telkin ederek hem konuşuyoruz hem de keyifle yemeğimi yiyorum. Eğer hayatımızda sakinlik, dinginlik, yavaşlık; huzur istiyorsak önce çok hareketli görüntülerden yani videolardan, kliplerden, filmlerden uzak durmalıyız. Onun yerine kendimizi kitap okumanın yavaşlığına bırakmalıyız belki de.
Öte yandan, gündemi takip etmek, nerede ne var, neler olmuş gibi kaçırmak istemediğim, dünyanın döndüğü, hayatın yaşandığı bir gerçek var. Dolayısıyla sosyal medyadan kendimi çok da fazla uzak tutamıyorum. Çocuklar uyumuşsa, yapılması gerekenler yapılmışsa, bir göz atıyorum ne var ne yok diye. Bir de zaten teknoloji bana ilham veriyor. Öyle ki gördüğümü, okuduğumu sonra bir şekilde hayata geçiriyorum. Kaydediyorum, not alıyorum; bu da varmış, burası da gidilip görülmeli, şu kitaplar okunmalı, bu kumaştan çok güzel etek olur vs. Dolayısıyla ben sosyal medyanın beni geliştirmesine izin veriyorum. 
Ama yine de siz siz olun teknolojiye ne çok yakın ne çok uzak olun. Teknolojiyle aranızdaki mesafeyi korumanız dileğiyle..

26 Nisan 2016 Salı

ALLAH ANALI BABALI BÜYÜTSÜN

"Allah analı babalı büyütsün" ne kadar güzel bir temenniymiş oysa ki. Bu temenninin anlamını idrak etmek için de insan illa ki bir yakınını mı kaybetmeli? Söylenip geçen, sanki laf olsun diye, söylenmesi gereken, alışkanlık işte dediğimiz ne çok sözümüz var. Bize dokununca anlıyoruz bu cümlelerin anlamlarını. İşte "Allah analı babalı büyütsün" sözü de bir anda dokunaklı olabiliyor kalplerimizde. Bizim de söylediğimiz, bizim çocuklarımız için de söylenen bu sözün ne kadar da anlamlı olduğunu kavramak gidenin ardından pek bir hüzünlü de olsa bu temenniyi hep dile getirmeli; yeni doğmuş bir bebek için kalbimizden gelen bebeğin annesiyle babasıyla sağlıklı bir şekilde büyümesi dileği olarak hep dillerde var olmalı elbette.
Peki bunun yanında "ateşin düştüğü yeri" ne yapacağız? Nasıl ki bir yere bomba düşer de orası bir süreliğine hayat belirtilerini kaybederse, bir insanın kalbine de ateş düşünce gerçekten hayatla birtakım bağlarını kesermiş. Bir gün önce yaşadığı heyecanların, telaşların, kurduğu hayallerin hiç bir anlamı kalmazmış? İstese de olmazmış; içinden gelmezmiş. Ama insanın muhteşem bir varlık olmasıyla beraber hayatta karşılaşacağı olumsuzluklara karşı da çok çeşitli mekanizmalarla donatıldığı bir gerçekmiş. Dolayısıyla unutulmayacak acı da yok gibiymiş. Ama insan geçici bir süre de hayat belirtilerinden uzaklaşır; hayatın muhasebesine çekilebilirmiş ki işte böyle dönemler bir taraftan insan için de, kıymet bilirse, çok değerliymiş. Hayatın geçiciliğinin hatırlandığı böyle bir dönem keşke geçiciliğin insanın beynine de kazındığı bir vesile olsaymış. Böylece insan "ölüm var" deyip durur düşünür ne doğru tavırlar takınabilirmiş. İnsanın üstüne yerleşen bu dingin, olgun ruh hali de insana ne çok yakışırmış meğer..
İşte bu kısacık süre insana çok şey öğretebilir; öğretiyor da. Ancak ne kadar unutkan varlıklarız ki unutuyoruz. Sonra hayatın yalnızca bizim heyecanlarımızdan, telaşlarımızdan, hayallerimizden ibaret olduğunu sanıyoruz. Kendimizi öyle kaptırıyoruz ki kendi hayat meşgalemize dünyanın bizim etrafımızda döndüğüne sanıyoruz. Hep hayatta yavaşlamaktan bahsediyoruz ya işte durup sevdiklerimizi aramak, dertlerine ortak olmak da bence yavaşlamanın önemli bir parçası olmalı. Hem insan en çok birbirine ihtiyaç duyar. Güzel ve özel gününde de, en mutsuz günününde, ihtiyacın olandır insan. İnsan biriktirmek de böyle bir şey. En mutsuz gününde, hayattan koptuğun anlarda, hayatla zoraki bağını kuran, senin için, senin yerine metaneti koruyan insanların yanında olması bir gün hepimizin ihtiyaç duyduğu anlar olabilir. İnsan nasıl ki mutluluğunu doyasıya yaşamak istiyorsa, gün geliyor ki üzüntüsünü de doyasıya yaşamak istiyor. İşte insanın çevresinde üzüntüsünü de doyasıya yaşatacak insanların olması ne güzel.
O yüzden hayatta kalplerine dokunduğumuz insanlar biriktirmek dileğiyle.. 

15 Nisan 2016 Cuma

BİR FOTOĞRAF ÇEKİMİNİN HİKAYESİ


Günümüzde fotoğraf hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş durumda. Anı kaçırmak ve anı yaşayamamak pahasına fotoğraflıyoruz yaşamımızın her dakikasını. Elimizden düşmeyen cep telefonlarımız ile sevinçlerimiz, yaşadığımız ilginç, komik, saçma hatta mahrem anlarımız bile bir anda telefon kamerasının kadrajına hapsoluveriyor. Çevreme baktığımda genç, yaşlı demeden herkes bu hastalığa kaptırmış kendini. Mesela bir yürüyüşe çıktığımızda karşımıza çıkan mor leylakları hemen fotoğraflıyoruz. Oysa diyorum ki kendi kendime o görsel şöleni sadece kendim için yaşasam ve fotoğrafını çekmek yerine mis gibi kokusunu içine çeksem ne olur? Kesinlikle o manzarayı fotoğraflamamak için zor tutarım kendimi. Belki de bazen telefon detoksu yapmalıyım.
Fotoğrafın benim için en sevdiğim tarafı dönüp dönüp bakmak. Ancak bunun için de fotoğrafın elimde olması gerekir. Hatta arkasına not ve tarih düşülen fotoğraflar daha kıymetlidir bana göre. Fotoğrafın anlamı da budur işte: dönüp dönüp bakmak. Baktıkça fotoğrafı eskitmek. Eskiyen fotoğraflar arasında çoluk çocuk kaybolmak sonra. Bir çekmecede bir şey ararken birden elinize geçmesi yıllar öncesine ait bir fotoğrafın. Sonra da o günlerin sohbetinin açılması odada bulunanlarla. Ne güzel günlerdi, şöyle şöyle yapardık, bugünkü aklımız olsa yine öyle mi yapardık vs. diye muhabbet edilmesi uzun uzun. İşte bir fotoğraftan nerelere geldik denilmesi. Bu yüzden de seviyorum fotoğraf çekmeyi ancak en çok da saklamayı..Yıllar öncesine götüren sihirli bir tünel gibi olduğu için fotoğraf. 
Ancak fotoğrafın digital halini hiç sevmiyorum. Bir kere dokunamıyorsun, elinde evirip çeviremiyorsun, elden ele dolaştıramıyorsun; bakıp geçiyorsun, çoğu kez de unutuyorsun bilgisayarının sayısız klasörleri arasında.. Bırakın çıkaralım digital ortamlarından fotoğrafları raflarda tozlansın..Bu sebeplerdendir ki cep telefonumda biriktirdiğimiz fotoğrafları dönem dönem bastırır saklarım. Yani yapılacaklar listeme bu iş de çoğu zaman girer. 
Ahmet Tarık ve Mehmet Yavuz ile bir de stüdyoda fotoğraf çekimi yapalım dedik. Eğlenceli ancak bir hayli zor geçen fotoğraf çekiminden çok memnun kaldım. Nostaljik bir hava yakaladığımızı düşünüyorum ki istediğim de buydu zaten. Çünkü bir çoğumuzun böyle stüdyoda çekilmiş fotoğrafları vardır. Ve bu fotoğrafların anısı. Bizimki de pek bir anılı oldu. Fotoğraf çekimi için gittiğimiz fotoğrafçı da elektrikler kesikti. Biz de hazır gelmişken çektirmeden gitmeyelim dedik. Dolayısıyla bir saat bekledik. Bu sırada fotoğrafçının yanındaki oyuncakçıyı da talan ettik. Bir de anı olsun diye oyuncak aldık. Yorucu da olsa bu fotoğraf çekimini yapmalıydık. İyi ki yaptık..
Bakacak bir sürü güzel fotoğrafınız olması dileğiyle..



 

13 Nisan 2016 Çarşamba

AHMET TARIK DİŞ DOKTORUNDA: İLK MUAYENEMİZ

Ahmet Tarık'ın yaklaşık 11 aylık iken ilk dişi çıktı ve bundan sonra hızla da çıkmaya başladı. Bu süreci sorunsuz bir şekilde atlatmamız ile 14 aylık iken de Ahmet Tarık'a ilk diş fırçasını aldık. Çok hoşuna giden diş temizliğini, banyoyu her açık bulduğunda diş fırçasına uzanarak yapmaya başladı. Ancak ben her sabah o istese de istemese de diş fırçalama zamanı şeklinde onu yönlendirdim. Artık yatmadan önce de dişlerini fırçalıyor. Sonuç olarak artık diş temizliği alışkanlığını kazandığını düşünüyorum. Bununla birlikte, Ahmet Tarık artık 22 aylık ve ilk diş muayenemizi gerçekleştirmek ve bundan sonrası için bilgi almak, damak yapısı vs. gelişimiyle ilgili bir sorun olup olmadığı konusunda konuşmak için evimize yakın olan Dt. Ebru Arslan'ın muayenesini ziyaret ettik. Hem muayene olduk hem de diş bakımı, temizliği ve sağlığı ile ilgili merak ettiğim soruları sorma fırsatını buldum.
Bu arada diş hekimine gitmeden önce Ahmet Tarık'ın diş hekimi ve diş muayenesi ile ilgili bilgisi olsun diye birkaç gün önceden Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'nın "Elif Diş Doktoruna Gidiyor" kitabını okumaya başladık. Böylece nereye gideceğimiz konusunda Ahmet Tarık'ın bir fikri oldu.
Ahmet Tarık'ın şu ana kadar on altı dişi sağlıklı bir şekilde çıkmış. İki yaşına kadar da yirmi dişe tamamlanacak. Son dört dişinin çıkması biraz zorlu geçebilirmiş.
Muayene esnasında çocuklarda altı yaşında ilk kalıcı dişlerin çıktığını bunun öncesinde de ilk önce ön dişlerden başlamak üzere ilk dişlerin döküldüğünü öğrendim. Bununla birlikte, altı yaşından sonra diş hekiminin tavsiyesi ile flor içeren jellerin kullanılması ile dişlerin sağlıklı gelişimine yardımcı olunabilirmiş.
Diş sağlığı ile ilgili en çok merak ettiğim konulardan biri de emzik kullanımının diş gelişimine etkisi idi. Bununla ilgili diş hekimimiz ortodontik emzik kullanmamızı önerdi. Bu tür emziklerin damağın daha düzgün gelişimini sağladığını söyledi. Nuk marka ortodontik emzik tavsiye etti.
Diş macunu, diş fırçası markalarıyla ilgili de herkesin kullandığı çeşitli markalar var ve herkes birbirine tavsiye de bulunabiliyor. Ben de en iyisi bu konuda diş hekiminin tavsiyesini alayım dedim. Diş macunu için rocs marka diş macunu, diş fırçası için de oral-b yi tavsiye etti. Bununla birlikte, çocukların diş fırçalamayı sevdirecek ve eğlenceli bir hale getirecek diş fırçası setleri önerdi. Özellikle  bu setlerin kum saatli olanlarının hem diş fırçalama zamanını ayarladığından hem de çocukların ilgisini çekeceğinden kullanışlı olabileceğinden bahsetti. Çocuklar çabuk sıkıldığından diş fırçalamayı hemen kesmek isteyebilirler. O yüzden kum saati gibi değişik yöntemler uygulanabilir.
Çocuklar dişlerini fırçalarken neye dikkat etmeliyiz? Çocukların özellikle iki yaşındaki çocukların dişlerini tek başına fırçalamaları beklenemeyeceğinden anne babanın yardımı gerekir. Bu konuda da anne babaların dikkat etmesi gereken noktalardan biri arka dişlerin ihmal edilmemesi gerektiği ki arka dişler daha çabuk çürürler. Dişlerini fırçalandıktan sonra çocukların tükürmesi sağlanmalı; daha sonra da gargara yaptırılmalı. Böylece diş fırçalama konusunda detaylı bir şekilde bilgilenmiş olduk Ahmet Tarık'la birlikte.
Bu arada Ahmet Tarık'ın yaşıtları olan pek çok çocuğun dişlerinin simsiyah ve çürük olduğuna şahit oluyorum. Bu konuda diş hekimi yatmadan önce son yapılması gerekenin dişlerin fırçalanması olduğunu söyledi. Bu görüntüye yol açan da yatmadan önce içilen şekerli ve ballı süt olabilirmiş. Ahmet Tarık sütü şekersiz içtiği ve dişini de fırçaladığı için biz haliyle böyle bir sorun yaşamadık şu ana kadar.
Ayrıca bebeklerde ilk dişin çıkmasının geç ya da erken olmasının daha sonraki diş sağlığı ile ilgisinin olmamasını diş hekimine de sorarak teyit etmiş oldum. Yani bebeklerde ilk dişin ne zaman çıkacağı tamamen genetik faktörlere bağlı ve dişin geç çıkması ilerde dişin sağlıklı olup olmamasını etkilemiyor.
Çoluk çocuk diş sağlığımızı ihmal etmemek dileğiyle..

12 Nisan 2016 Salı

ANNELİĞİN İLK GÜNLERİ

Sanırım şu an okuduğum kitabın etkisiyle, bugün anneliğimin ilk günlerine gittim. Annelik yolculuğunun ilk dakikaları, ilk günleri, ilk ayları ne kadar özelmiş diye düşündüm. Özellikle ilk dakikalar doyasıya yaşanası anlar bence. Ancak bu ilk dakikaları yaşamama engel bir psikoloji içerisinde olduğumu hatırladım bir yandan da. Bence bu psikolojik ruh halinin adı da: kaygı. Her iki oğlumun doğumunda da hissettiğim bu psikolojik durum şimdi geriye dönüp baktığımda bana ne kadar da gereksiz geliyor. Aynı zamanda bir üçüncü doğumda yine de bu duyguyu hisseder miyim sorusunu sormaktan da kendimi alıkoyamıyorum. Yani bugünkü aklımla nasıl olurum diyorum. Öte yandan tıp biliminde postpartum depresyon olarak bilinen bu durumun kaçınılmaz olduğu gerçeği de şöyle dursun, illa yaşanmalı mı yani bu ruh hali? Ya da kıyısından köşesinden hemen geçiversek ya. Aslında şükretmeliyim ki ben tam olarak kıyısından köşesinden geçenlerdenim. Şöyle bir yoklayıp geçiverdi üzerimden. Yine de unutamamışım işte o ilk haftayı; kendinde olmama halini, kafanın hep başka yerlerde olduğu, ne yapacağım ben şimdi ruh halini, acaba bir daha dışarı çıkamayacak mıyım telaşını... Bu hissiyata bir de çevrenizdekilerin müdahaleleri, her kafadan çıkan farklı sesler vs. etkilenince kendinizi tamamen olanlara kapatıp, anne olmanın tadını çıkaramıyormuşsunuz gibi geliyor şimdi.
Anne olmanın tadını çıkarmak deyince, etrafımda gördüğüm ve bir çeşit annelik oyunu oynayan, anneliği abartılı cümlelerle ifade eden, anne olmasaydım ne yapardım, çocuğum sen yok iken meğer ben bir hiçmişim şeklindeki ifadelerden, davranışlardan bahsetmiyorum tabi ki. Bana göre anneliğin tadını çıkarmak demek; kaygısız, tasasız sadece bebeğinle vakit geçirmek, anneciğine birazcık şımarmak, eşine bir parça nazlanmak, sıcacık evinde hep beraber olmak. Bu arada sıcacık ev demişken de iki oğlumun da yaz bebeği olması hasebiyle sanırım kış bebeklerine çok özenirim. Karlı bir günde doğmuş bir bebeğin evine geldiğinde havanın soğuk oluşuna rağmen daha sıcak günler yaşadığına inanırım. Bu yüzden kış günlerinde doğum bana daha güvenli gelir nedense. 
Anneliği abartılı ifade ediş biçimlerinden sakınmak gibi hiç ifade etmemenin de yanlış olduğunu düşünüyorum. Özellikle annenin bebeği ile sağlıklı bir iletişim kurması için duygularını ifade etmesi gereklidir kesinlikle. Samimi, içten gelen bu dışavurumlar anneye de çok iyi gelecektir. O yüzden siz siz olun bebeğinizle aranıza hiç bir depresif ruh hali sokmayın.
Her şeye rağmen annelik güzeldir. Abartılı duyguların olumlu ya da olumsuz haline kendinizi fazla kaptırmadan anneliğin en saf, en samimi, en masum halini yaşamanız dileğiyle...

10 Nisan 2016 Pazar

ÇİLEK KOKULU BİR PAZAR OLSUN İSTEMİŞTİM OYSA Kİ..

Bu pazar Alaçatı Ot Festivali ya da Adana Portakal Çiçeği Festivali'nde olmak ne güzel olurdu diye içimden geçirmedim değil. Ama bu istek hayaller Paris, gerçekler Ümraniye şeklindeki kalıba uydu sanki şu an içinde bulunduğum durumu düşününce. O zaman hiç değilse çilek kokulu bir pazar olsun istedim. Çilek kokusunun eşliğinde güzel bir pazar kahvaltısı.. Ama ne mümkün.. İki küçük adam.. Biri dağıtırken, diğeri de mız mız inletirken ortalığı. Bir de üstüne şöyle gerine gerine kalkamamışsan yataktan; sanırsın ki kabus gibi bir gün başlıyor. Oysa bu bir iki saatlik bir dalga; vurup geçecek. O yüzden derin bir nefes al; işlerini sıraya koy; önce şu mız mız adamın derdine çare bul, diğeri nasıl olsa öyle de dağıtıyor ortalığı böyle de..
Böyle anlarda yeni evlenen çiftler gelir aklıma. Önce bir özenirim. Sonra bu dünyanın geçiciliği gibi insanın hayatındaki dönemlerin de ne kadar geçici olduğunu hatırlarım. Ancak hayatımızın herhangi bir dönemini yaşarken yaşadığımız bu dönemin de geçeceğini hiç düşünmeyiz. Yaşadığımız güzel bir dönemse, gelecek kaygısıyla o güzel günlerimizi mahvederiz. Öte yandan, kötü bir dönemse de bu dönem hiç bitmeyecek gibi kendimizi mahvediyoruz. Zaten hayat hep aynı halde devam etse ne kadar sıkıcı olurdu değil mi? İşte ben de kendime "hayat bu; içinde barındırdığı binbir hal ile devam ediyor; önemli olan bizim onu nasıl karşıladığımız" demeye getiriyorum. Hani şu içinden çıkamadığım, pek bir bunaldığım anlar oluyor ya onları tecrübe ede ede zararsız, kimseyi kırmadan atlatmaya çalışmam bütün çabam. İnsanız sonuçta şu kısacık zora bile dayanamıyoruz çoğu zaman. Oysa Allah her zorluğun ardından kolaylık vermez mi? Verir elbette de zorluk zamanı dinginliği istiyorum ruhumda. Ama benim delicesine koşan, bir dakika yerinde duramayan gönlüm her istediği anında olsun isteyenlerden. O yüzden törpülenecek, bence ehlileştirilecek bu yanımı ne yapmalı diye düşünüyorum nicedir? O değil de bu huyum yüzünden çok sevdiklerimin gönlünü kırmamak aslında tek dileğim.. Bu yüzden yarenlik etsin istedim bana kağıt ile kalem. İşte böyle başladı ya maceram..Hiç bitmesin çilek kokulu pazarlar da ona arkadaşlık eden kalem ile kağıdımda...

7 Nisan 2016 Perşembe

AHMET TARIK MUTFAKTA!

Yoksa "Eyvah Ahmet Tarık Mutfakta!" mı desem? Yok yok kesinlikle öyle değil. Ahmet Tarık iyi ki mutfakta. Çünkü onunla mutfakta geçirdiğimiz dakikalar muhteşem. Bir de onun mutluluğuna, heyecanına tanık olmak hepsine değer. Sonra birlikte yapılan kekin, kurabiyenin tadını düşünebiliyor musunuz? Gidip gelip fırında pişene bakmak da ayrı bir zevk.. En sonunda birlikte yaptığınız kekin, kurabiyenin ya da yapılan her ne ise eve yayılan mis gibi kokusu, tek başınıza yaptıklarınızın kokusuna benzer mi hiç Allah aşkına? Ben size söyleyeyim bu deneyim kaçmaz. 
Çocuklarımla mutfakta geçireceğim zamanların çok özel olduğuna inanıyorum. Hem birbirimizle olan ilişkimize hem de onların gelişimine çok faydalı olan bu etkinliği bir alışkanlık haline getirip, mesela her perşembe bir ritüel gibi gerçekleştirmek Ahmet Tarık'ın mutfaktaki heyecanını görünce boynumun borcu oldu. Hem bu mutfak etkinlikleri ne de güzel anılara dönüşür değil mi? Onların da ilerde çocuklarına anlatacakları kek kokulu, kurabiye kokulu bu pek leziz anılar damaklarda kesinlikle muhteşem bir tat bırakacaktır. O yüzden bana düşen bu muhteşem tada ulaşmanın zeminini şimdiden oluşturmak.
Mutfak etkinliklerinin bir de sağlık yönü var ki bu da her anne babanın üzerinde kafa yorduğu, endişelendiği bir mevzudur. Acaba çocuğum sağlıklı besleniyor mu? Çocuğum neden yemek yemiyor? Çocuğuma ne yedirmeliyim? Çocuğumu sağlıksız besinlerden, hazır gıdalardan nasıl uzak tutabilirim? gibi sorular her anne babanın zaman zaman kafasında yer tutan, kafasını meşgul eden sorulardır. Özellikle bizim toplumumuzda çocuğun beslenme sorunu zihinlerde çok önemli bir yer tutar. Çocuğu doymadan kendini doymuş hissetmeyen annelerin çocuklarıyız biz. Dolayısıyla biz de öncelikle çocuklarımızı doyurmaya, bize göre mutlaka alması gereken besinleri çocuklarımızın ağzına tıkmaya çalışıyoruz. 
Annem tarafından eleştirilsem de ben bu konuda hep çok rahat oldum. Çünkü çocukların ihtiyaç duyduklarında yiyeceklerine inanıyorum. Bizim yemek konusundaki ısrarlarımızın da hiçbir olumlu getirisinin de olmayacağını düşünüyorum. Bununla birlikte, bize düşen çocuklarımızın alması gereken besinleri hazır tutmak ve onlara sunmaktır. Ayrıca mevsime göre her çeşit meyve ve sebzeden tatmalarını sağlamaya da özen gösteriyorum. Yani benim için önemli olan belli yemek kültürünü oluşturmaya çalışmak. Yemese de sebzelere, meyvelere aşina olmasını sağlamak. Bugün yemediğini yarın bir gün sevebilir. Biz de öyle değil miyiz? Çocukken yemediğimiz bir çok sebze ya da meyveyi belki bugün çok seviyoruz. 
Öte yandan, hazır gıdalar konusunda nasıl bir tavır sergilememiz gerektiği konusu da bir başka çetrefilli bir konu. Bu konuda kimi ebeveynler çok katı kurallara sahipken, kimi de çok esnek davranabiliyor. Ben konuda ikisinin arasında bir konumda kalmaya çalışıyorum. Öncelikle günümüzde hazır gıda konusunda çok katı kurallar koymak zor bir süreç olacaktır. Çünkü çocuklarımızı şehir hayatında zararlı yiyeceklerden korunaklı ve organik bir ortamda yetiştirebildiğimiz söylenemez. Bu konuda çok esnek ve rahat davranmanın da çocukların sağlığına zararlı olacağı kesindir. O yüzden belli sınırlar koymak, bu tarz yiyecekleri evde bulundurmamak vs. gibi çözüm yolları bulunabilir. Mesela Ahmet Tarık'ın çikolata isteğine karşı bitter çikolata sunarak bir çözüm üretmeye çalışıyorum. Bununla birlikte, mutfakta beraberce yapılan kekler, kurabiyeler de hazır gıdaya karşı çok güzel bir çözüm yolu. 
Son olarak, bu konuda tavsiye edeceğim ve çok faydalı olacağına inandığım iki kitaptan bahsetmek istiyorum: Her Çocuk Ispanak Sevmez ve Gurme Bebek'in yeni kitabı "Anne Bundan Yine Yap!". Çocuğunuzla birlikte yemeklerin keşfine çıkabilir; belki siz de daha önce tatmadığınız lezzetleri tadarsınız. Özellikle iştahsız ve yemek seçen çocukların sevecekleri besinleri bulmalarına da yardımcı olacağını düşündüğüm bu kitaplarla birlikte çocuklarınızın yemeği keşfine tanık olmak kesinlikle çok keyifli olacaktır. 
Her şeyin yemeğin keşfi kadar lezzetli ve keyifli olması dileğiyle.. 

5 Nisan 2016 Salı

GÜLÜCÜK ADAMIN HİKAYESİ

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ormanın deliklerinde, gür, kocaman yemyeşil ağaçların arasında mini minnacık bir ev varmış. Meşe ağacından yapılmış bu kutu gibi evin içinde de küçük bir aile yaşarmış. Bu ailenin iki oğlu varmış. Bu iki minik adam birbirleriyle oynamayı çok severmiş. Büyük oğlan oyunlar oynar; küçük oğlan da hayranlıkla ağabeyisini izlermiş. Henüz ağabeyisi ile oynayamayacak kadar küçük olan bu minik adam ağabeyinin etrafta koşuşturmasından çok hoşlanır. O koşturdukça küçük oğlan gülücüklere boğulurmuş. O yüzden annesi küçük oğluna "gülücük adam" ismini takmış. Çünkü bu küçük adam öyle güzel gülermiş ki annesi mutluluğun tarifi bu olsa gerek dermiş. Sonra iyi ki dermiş büyük oğlumun küçük bir kardeşi var. Yoksa bu minik vücutta vuku bulan kocaman gülüşleri nasıl yakalardım. 
Hem insanın bir kardeşi olmalı değil mi? Gülüşlerde yakalanan, üzüntülerde paylaşılan, çaresizliklerde sığınılan.. Yoksa yapayalnız hissetmez insan kendini? O yüzden hiç bir sorun yokken yani mümkünken insanın çocuğunu kardeşsiz bırakmasını haksızlık olarak görüyorum çoğu zaman. Modern zamanlarda göze alınamayan ikinci çocuk yine modern zamanların yalnızlık hastalığına sebep olmaz mı? Hem her problem çokluk olunca halledilir; her mutluluk yine çokluk olunca çoğalır gibi geliyor bana. 
Ancak şurası bir gerçek ki insan çocuk sahibi olmaya karar verdi mi bu sorumluluğu kesinlikle göze almalı. Çocuğuna karşı tahammülsüzlüğün sınırlarında yaşayan ebeveynler bu yolculuğu hem çocukları için hem de kendileri için zehir ediyorlar. Böyle böyle biriken zehir tüm toplumu kaplıyor. Dolayısıyla toplumda meydana gelen yozlaşma tahammülsüz ve sevgi açlığı içinde yetişen çocuklar sayesinde oluşuyor.
Hepimizin tahammülsüzlüğün sınırına yaklaştığı anlar oluyor. Üzerimizdeki yükler; iş hayatı, ev hayatı, eşimiz dostumuzla olan ilişkilerimizde meydana gelen sorunlar, ekonomik problemler vs. çocuğa karşı tahammülümüzü azaltabiliyor. Dolayısıyla zannettiğimiz gibi aslında problem çocuğumuzun yaramazlıkları, daha doğrusu enerji dolu ruh halinin ona yaptırdıkları, keşif ve merak duygusunun bizim istemediğimiz durumlara yol açması değil. Çünkü bu çocuğa özgü harika hallere tebessüm etmek yerine bağırmak, çağırmak bizim üzerimizdeki diğer yüklerden kaynaklanıyor. O halde ya bu yükleri hafifletmek ya da davranışımızın arkasındaki asıl nedeni hatırlamak ve çocuğumuza karşı o anda beslediğimiz öfkeyi yenmemiz gerekiyor.
Ben bir çözüm yolu olarak "yavaşla!" sloganını benimsiyorum. Çocukların davranışlarından dolayı aksayan işlerime "bekle!" demeyi tercih ediyorum. Hayatın her alanında yavaşlamak gerekir sanırım. Bugün de kendime yavaşla ve gökyüzüne bak dedim mesela..

ALTIN TAÇLI YEŞİL KURBAĞA

Bir varmış bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde yüksek mi yüksek dağların arasında, yemyeşil dümdüz bir ovanın ortasında masmavi, küçük bir göl varmış. Bu gölde de altın taçlı yeşil bir kurbağa yaşarmış. Bu kurbağa günlerini bu masmavi gölün çevresinde ordan oraya zıp zıp zıplayarak geçirirmiş.
Altın taçlı yeşil kurbağanın bir gün hayatı aniden değişivermiş. Çünkü mini mini minnacık bir kardeşi olmuş. Artık altın taçlı yeşil kurbağının hayatı bu minik kurbağanın çevresinde geçmeye başlamış. Bütün gün kardeşinin peşinde koşar; ona hayatı öğretirmiş. Minik kurbağa nereye zıplarsa, arkasından hemen o oraya zıplarmış. Anlayacağınız bu yerinde bir dakika duramayan minik kurbağa bizim altın taçlı minik kurbağayı peşinden koştururmuş.
Günlerden bir gün minik kurbağa kaybolmuş. Altın taçlı yeşil kurbağa da her yerde kardeşini aramış. Ancak bir türlü bulamamış. Sapsarı başakların arasında, yemyeşil sazlıkların içinde, rengarenk gölgelerin arasında hep minik kurbağayı aramış.
Bir gün artık kardeşini bulamayacağını düşünüp, her gün birlikte oynadıkları mavi gölün kıyısında oturmuş ve kardeşini düşünmüş. Masmavi göle yansıyan aksine baktıkça kardeşini görmüş. Böylece rüzgarın dalgalandırdığı gölün sularına yansıyan aksiyle konuşmaya başlamış. Kalbinden geçenleri bir bir suya dökmüş. Sanki kardeşi ile konuşur gibi:
- Seni çok seviyorum minik kurbağa demiş.
Sonra demiş ki:
- Meğer senin benim hayatımda ve kalbimde ne çok yerin varmış.
Böylece derdini anlattıkça rahatlamış, hafiflemiş ama kardeşi gelmemiş. Sonunda adı kardeşini arayan kurbağaya çıkmış. Kardeşini arayan kurbağa ne zaman bunalsa, mavi gölün kenarına gelir; göle yansıyan aksine anlatır da anlatırmış. Sanki göldeki akis kardeşi minik kurbağa gibiymiş..
Altın taçlı yeşil kurbağa anlamış ki sevdiklerini yanında hissetmenin en güzel yanı kalbini açmakmış. Kalbini tüm içtenliğiyle açan altın taçlı yeşil kurbağa  böylece kardeşini her özlediğinde mavi göle yansıyan aksinde özlemini giderirmiş.
Böyle böyle geçen günlerin birinde yine göl kenarında zıp zıp zıplayan altın taçlı yeşil kurbağa, bir bakmış ki kardeşi minik kurbağa dalgın dalgın göle bakıyor. Hemen yanına gitmiş.
- Günlerdir seni arıyorum minik kurbağa.
Minik kurbağa da
- Senin beni ne kadar sevdiğini merak edip sana görünmedim ve kaybolduğumu düşünmeni istedim. Demiş ve açıklamış:
- Sen beni arayıp bulamayınca ve mavi gölle dertleşmeye başladığını görünce beni ne kadar çok sevdiğini anladım.
Sevgisinin denenmesine çok üzülen altın taçlı kurbağa minik kurbağayı affetmiş ancak kalbini açtığı mavi göl kardeşinden sonra en iyi arkadaşı olmaya devam etmiş.