20 Ekim 2016 Perşembe

EN MUTLU GÜN

Esra bütün gece bir o yana bir bu yana dönmüştü. Arada kalkıp odada şöyle bir tur atmıştı. Adeta sabahı sabah etmişti. Nihayet gün doğarken kalktı. Yüzüne çarptığı suyun verdiği ferahlıkla “oh be” dedi. Doğruca mutfağa koştu. Çayı koydu. Bir yandan kahvaltılıkları hazırlamaya başladı. Bayılıyordu şu çayın kokusuna. Sabah sabah,  buğu buğu tüm eve yayılmasına. Aslında en çok da o daha yataktayken annesinin mutfakta tıkır tıkır  kahvaltı hazırlarken, çayın kokusunun burnuna gelmesini seviyordu. O sesler, o koku ona huzur veriyor; yorganın altına daha da giriyor, sonra keyiften dört köşe oluyordu. Bu anları bir süre sonra bir daha yaşayamayacağı aklına gelince hüzünlendi.
Mutfaktaki seslere annesi de uyanmıştı. Annesi:
-       -Kız, sabahın köründe ne gürültü bu? dedi.
-      - Kahvaltıyı hazırlıyorum anne.
-      - Allah Allah hangi dağda kurt öldü.
-       -Erken kalktım bugün. Ben de bari kahvaltıyı hazırlayayım dedim.
-       -Uyuyamadın mı bütün gece?
-       -Ne alakası var? Mışıl mışıl uyudum. Babam kalkmadı mı daha?
-       -Çoktan kalktı. Bahçede uğraşıyor. Sen git oğlanları kaldır.
İkiz erkek kardeşlerinin odasına girdiğinde, uyandırmadan izledi onları önce. Zaman zaman kardeşlerine çok kızsa da, şimdi içinden “benim minik bebek suratlılarım” diyordu, boğazındaki düğümün gözyaşı olup gözlerinden akmasına engel olamadan. Tutmuş tutmuş, şimdi patlatmıştı gözlerinde biriken su damlacıklarını.
-     -  Neden ağlıyorsun dedi abla? Dedi ikizlerden biri.
-      - Yok tatlım ne ağlaması. Sizi uyandırmaya geldim. Hadi kalkın kahvaltı hazır.
Sonra aceleyle çıktı odadan. Babası sofraya oturmuştu bile. Suratına da yerleştirmişti o sinirli, çatık kaşlı yüz ifadesini. Annesi her zamanki gibi bir şeyler anlatıyordu. Hayatından gayet memnun ve sakindi. Bir ara bugün gelecek olan misafirlerden konu açacak oldu; hemen annesinin bacağına vurup onu susturdu.
Şu an tek istediği hep birlikte sıradan bir Cumartesi günü yaptıkları gibi kahvaltı yapmalarıydı. Kahvaltıdan sonra babası dışarıda işlerim var diyerek çıktı. Çocuklar da dershaneye gittiler. Artık heyecanını doyasıya yaşayabilirdi. Daha yapacak çok işi vardı.
-       -Sen git yatakları topla; ben mutfağı hallederim. Dedi annesi.
Odasına gittiğinde tekrar yatağına yattı. Önce yuvarlandı; içinde sakladığı gülücükleri bir bir ortaya çıkardı; zaten dudaklarının gevşemesini daha fazla durduramazdı. Sonra gitti; elbise dolabının kapağını açtı. Aslında akşam ne giyeceği belliydi ancak yine de eteğini, gömleğini çıkarıp bir baktı. Sonra çorap alması gerektiğini hatırladı, kuaföre de gidecekti. Bir fön çektirse yeterdi; hafif de bir makyaj.
-     -  Esra, sarmanın içini hazırladım. Dedi annesi.
-       -Tamam geliyorum.
Nişanın nasıl olacağından, kimleri davet edeceklerinden, düğünün nerede yapılacağından; yemekli mi olup olmayacağından yoksa en iyisinin nikah mı olduğundan bahsederken bir yandan da mutfaktaki tüm hazırlıkları bitirdiler. Annesi kimse gelmeden ikramlıkları hazırladığı için bir “oh” çekti. Zira, mutfağa kendinden ve kızından başkasının girmesinden pek hoşlanmazdı.
Şimdi karşılıklı oturup kahvelerini içebilirlerdi. Annesiyle içtiği kahvenin tadını başka hiçbir şey veremezdi herhalde. Artık ardından gelecek olan koşuşturmaca, telaş için hazırlardı. Akrabalar gelecek; her kafadan bir ses çıkacaktı. Ancak Esra, kendisi dışındaki hazırlıklar için teslim bayrağını çekmeye karar vermişti. Nasıl istiyorlarsa öyle yapsınlardı. Tartışmayı hiç sevmezdi; herkes uzlaşı içinde olsundu. Ancak herkesi memnun etmek de o kadar zordu ki.
Aslında içini kaplayan mutluluk her şeye müdahale etmek istese de, kalbindeki hüzün ağır basıyor, babasının gözleri ile göz göze geliyor ve mutluluğunu frenliyordu. Sonra insanın evlenmekten mutluluk duyması, heyecanını doruklarda yaşaması, ayağının yerden kesilmesi filan ayıp şeylerdi; gizlenmesi, saklanması gereken duygulardı.  Annesinin bilinçaltına ilmek ilmek işlediği bu duygularla Esra, evliliğe giden yolda ilk adımı atmasına eşlik etmek üzere gelen misafirleri karşılamaya başladı.
“Damadın kahvesine tuz koydunuz mu?” diye sordu kuzen. “Hayır, koymayalım. İçeride bir sürü yaşlı, başlı, hacı hoca amca var ayıp olur.” Dedi Esra. “Ne olacak ki sanki” diye ağzını büktü kuzeni.
Salonda isteme faslı gerçekleşirken, Esra mutfaktaydı. Duymak istemiyordu konuşulanları. Annesiyle, teyzesiyle göz göze gelmekten çekiniyordu. Şu fasıl da bitse de rahatlasak diyordu içinden. Babası da lafı uzattıkça uzatıyordu. Sonra kuzenlerinden biri “Baban seni verdi.”  deyince çok rahatsız oldu. Babasının onu vermesi değil de; kurulan bu cümle, ifade edilişi, dile gelen söylenişi onu fazlasıyla ürpertti.

Neyse ki, isteme faslı bitmiş; kahveler içilmişti. Bundan sonra ailelerin kaynaşması, fotoğraf çekimi gibi işin eğlenceli kısmı başlamıştı. Esra’nın yüzünde güller açıyordu şimdi. Hem sözlenmişti, hem de evini bırakıp gitmesi gerekmiyordu. Peki ya sonra ne olacaktı?

SİZİ NELER MOTİVE EDİYOR?

Hayata dair o kadar çok beklentim var ki, o beklentiler bazen beni mutlu ederken, bazen de mutsuz ediyor. Aslında bu beklentiler benim motive kaynaklarım. Hayatımı anlamlandıran küçük şeyler.. Bu küçük şeylerle kendime hedef koyduğumda hayatım daha da bir anlamlanıyor, renkleniyor, ışıl ışıl ışıldıyor adeta. Yoksa hayatın rutininde boğuluyorum. Sonra yüzüm düşüyor, sıkıcı, enerjisi düşük bir oluyorum. O yüzden beni besleyen, pozitifleştiren, yüzümü güldüren bu motive kaynaklarına çok ihtiyacım var. Önümdeki hedeften beklentim yok olunca, hemen kendime başka bir şey buluyorum. Plan yapıyorum, işler organize ediyorum vs.
Şu sıralar beni en çok motive edenin yazı olduğuna eminim. Ancak bazı anlar oluyor ki yazı bana şifa oluyor, bazen de yazdıklarımdan çok şey bekliyorum. Beklentilerim karşılanmayınca da mutsuz oluyorum. Ama en iyisi yazının şifacı yanına sığınmak. Ne olursa olsun yazmaya devam etmek.
Bazen de yazdığın bir öyküye arkadaşının yaptığı yorumla yüzünde güller açıyor; tekrar yazmaya dönüyorsun. Daha çok, daha çok yazayım diyorsun. İçindekilerin en güzel şekilde kelimelere, cümlelere döküldüğü o saatleri bekliyorsun. Gün doğarken diyorsun, hayat tekrar başlarken, insanlar kalabalığa karışırken, gözlerim sabahın mahmurluğunda iken, zihnim ise en tazeliğinde, en diriliğinde iken yazmalıyım. Koştursun şimdi saniyeler, dakikalar, saatler benim yazmama ramak kala, en güzel rüyamdan uyanmış iken yazayım, yazayım, daha çok yazayım. Bana bu yazıyı yazdıran ve içimdeki coşkuyu ortaya çıkaran arkadaşa da selam olsun..

15 Ekim 2016 Cumartesi

BİR YOLCULUK

Gözlerini açtığında muhteşem bir gün doğumu ile karşılaştı. Yolculuk boyunca uyumuştu
Ne kadar da yorgun hissediyordu kendini. Ancak uyandığında karşılaştığı bu manzara karşısında adeta çarpılmıştı. Hayatı boyunca kaçırdığı gün doğumları için hep hayıflanırdı zaten. Pek de haksız sayılmazmış. İnsan böyle bir manzarayı nasıl kaçırırmış.
Bu arada otobüs de gara yaklaşmak üzereydi. Yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Güneş yeni güne “merhaba” dediyse de henüz yeryüzünü ısıtmaya başlamamıştı. Dışarısı epeyce soğuk olmalıydı. Montunu giydi; fermuarını bir güzel yukarı çekti. Muavin de tek tek koltukların önünde duruyor; yolculara nerede ineceklerini soruyordu. Nihayet onun da yanına gelmişti: “Abla, nerede ineceksin?” diye sormuştu. Geldiği yerde bildiği hiçbir yer yoktu ki. “Otogarda” dedi. Otogara geldiklerinde, yolcularını karşılamaya gelenleri gördü otobüsün penceresinden. Hüzünlendi. Daha önce hiç böylesini yaşamamıştı. Mutlaka bir karşılayanı olurdu. Öte yandan yeni bir hayatın kapısını araladığını düşünüp, bulunduğu eşikte yalnız olmaktan gururla karışık bir mutluluk hissetti. Ömrünün yarısını tamamlamıştı, ancak hayatının hiçbir döneminde yalnız, yapayalnız bir adım atmamıştı bilinmezliğe.
Otobüsten indi. Buraya kadar hiçbir şeyi planlamadığından oturup düşünmeye ihtiyacı vardı. Çevresine bakındı. Ancak bu saatte hiçbir yer açık değildi. Kaldırıma oturdu. Yavaş yavaş hareketlenen şehri gözlemledi; inceledi.
Ne kadar da sakin ve dingin olduğunu fark etti. Sanki dünya yansa umurunda. Bu kararlığını sevdi. İçi içini yemiyordu. Sonra stresten elleriyle oynamıyor; bacaklarını devamlı titretmiyordu. Kendi kendini serbest bırakmıştı adeta; özgürlüğünü kazanmıştı. Belki de demir parmaklıklar arasındaki hapisten daha kötüsü insanın kendi kendini hapsetmesiydi. Oturduğu yerden kalktı. Şehir merkezine giden minibüsleri fark etti; o tarafa yöneldi. “Şehir merkezine gitmek istiyorum.” dedi minibüsün başındaki şoföre. Şoför sabah mahmurluğu ile konuşmadan boş koltuğu gösterdi. Sonra vazgeçti. “Kapadokya’ya nasıl giderim?” diye sordu. Şoför “Ürgüp, Göreme karşı tarafta.” dedi. Bu sefer hızlıca o tarafa yöneldi. Çünkü kalkacak olan minibüsü kaçırmak istemiyordu. Minibüs kalkmak üzereyken son anda yetişti.
Minibüsün penceresinden görünen manzaralar onu büyülemişti. Yol akıyordu, manzaralar akıyordu; o ise gördüklerini beynine kaydetmek istiyordu. Çünkü bunaldığı anlarda bu güzel manzaralara sığınacaktı. Gerçi artık o bunaldığı hayata bir daha dönmeyi düşünmüyordu. Ancak alışkanlık işte, daha önce yaptığı bu adeti burada da tekrarlıyordu.
Uçsuz bucaksız tarlaların üstünde gezinen kara bulutlar kesin yağmur habercisiydi. Mevsim de zaten bir güneş, bir yağmur mevsimiydi. En doyumsuzu da bu mevsimin insanı her gün bir gökkuşağına şahitlik ettirmesiydi. İçinden yağmur sonrası çıkan güneşle beraber bir gökkuşağı görmeyi diledi. Gökkuşağını görünce de hiçbir şey dilemeyeceğine karar verdi. Çünkü dilek beklentiydi. Onun kalbi de beklenti içinde olmaya artık dayanamazdı; yorgundu.
Ürgüp ya da Göreme fark etmezdi. Minibüs ilk olarak nerede durursa orada inecekti. Nihayet geldiklerini fark etti. İyi ki de ilk duracakları yerde inmeye karar vermişti. Çünkü geldikleri yerde bir Pazar kuruluydu. Hemen minibüsten atladı. Böyle yerlerde pazarlar erkenden kurulurdu. Rengarenk bir pazara düşmüştü. Renkler, kokular, ve konuşmalar…
Ondan çok uzak ancak kitaplığındaki masallar kadar yakın bir dünyanın kapıları aralanmıştı; pazarın içine doğru adım atarken. Buradaki her şeyi hissetmek istiyordu. Her şeyi görmek, koklamak ve duymak… İnsanların günlük konuşmalarını, dert yanışlarını, dedikodularını dinlemek ona ayrı bir haz veriyordu; kendi gerçekliğinden tamamen kopuyordu; başka hayatlara misafir oluyordu. Ancak bu misafirlikte kendini anlatmak yoktu, ona yönelen sorular yoktu, sadece dinliyordu, dinliyordu. Dinlerken dinleniyordu.
Küçük bir kasabanın küçük bir pazarıydı işte. Bir baştan bir başa… Çabucak son bulmuştu bu masalsı yolculuk. Ancak keşif daha bitmemişti. Burada yerden gökyüzüne kadar insanın gözlerine ziyafet vardı.
Şu Peribacaları’nın her biri saray olup canlandı gözünde. Yanında da kuleleri… O da bu kulelerden birinin tepesinden Rapunzel gibi uzattı saçlarını aşağıya; güneş ışığında parladı pırıl pırıl her bir teli. Tıpkı ayçiçeklerinin güneşin ilerleyişini izlediği gibi o da kuleden kuleye atlayıp saçlarını güneşle buluşturdu.
Sonra önüne pat diye bir taş düştü. Aldı taşı eline. Evirdi, çevirdi. Küçük bir taştı işte. Fırlatıp attı uzağa. 




11 Ekim 2016 Salı

İLK TİYATRO DENEYİMİ

Hafta sonu hep hayal ettiğim bir şeyi gerçekleştirdim. Tarık'la tiyatroya gittik. Çocuklu hayatın beni en çok heyecanlandıran kısmından biri de bu: çocuklarımla tiyatroya, sinemaya, konsere vs. gitmek. Bu arada en büyük hayalimi de bu araya sıkıştırmak istiyorum: oğullarımla Himalayalar'da trekking. Asıl konuya gelince nihayet Tarık'ın iki yaşını doldurmasıyla onunla ilk tiyatro deneyimimizi gerçekleştirdik. Beraber "Heidi Müzikali"ne gittik. Bu arada Mehmet şimdilik babasıyla dışarıda vakit geçirdi. Önümüzde yıl ikisi ile beraber tiyatroya gidebileceğimizi düşündükçe içimi bir mutluluk kaplıyor. Sırada Tarık ile yaşayacağımız sinema keyfi için de sabırsızlanıyorum. 
Bence tiyatro alışkanlığı çok önemli. Alışkanlık ne kadar doğru bilemedim ama bir çocuğun tiyatroyu tanıması önemli kesinlikle. Bir şeyi tanımadan nasıl sevebilir ki? Tanıtmanın da benim için bir sorumluluk olduğu inancındayım. İnsan tanıdığı bir şeyi sever. Çocuklar da tiyatroyu tanıdıkça seveceklerdir. Böylece tiyatroya gitmeyi alışkanlık haline getireceklerdir.
Ben de ayda iki kez çocuklarla tiyatroya gitmeyi, bir kez de sinemaya gitmeyi alışkanlık haline getirip, onların bu anlamda kültürel olarak zenginleşmelerine olanak tanımalıyım diye düşünüyorum. 
Öte yandan, benim için de çocuk tiyatrosuna gitmek ilk kez deneyimlediğim bir şeydi. Bir sürü çocuk bir arada. Hepsi meraklı, heyecanlı, cıvıl cıvıl, çeşit çeşit..Bende harika bir manzaraydı. Ne yöne baksam bir güzellik.. Çocuk güzelliği...Bunu görmek bile insanın gününü güzelleştiriyor. Hem Tarık'ın da akranlarıyla bir arada olması onu da mutlu etti; gözlem yaptı, dikkat etti, inceledi. Tabi ki girdiği ilk ortamda gösterdiği tepkileri burada da gösterdi. Sıkılganlık, çekingenlik vs. Ancak böyle ortamlara gire gire daha girişken ve sosyal olacağına inanıyorum. Sosyalleşmesine izin vermeden sosyal olmasını bekleyemem elbette.
İlk deneyimler hep güzeldir bence. Keşke hayatta sadece güzel olanları deneyimlese çocuklarımız. Maalesef gerçek hayatta karşımıza her türlü durum, olay, insan vs. çıkabiliyor. Ancak biz çocuklarımıza hep güzellikleri tanıştırmaya devam edelim. İlk olarak güveni tanısınlar; güvensizliği değil, güzellikleri görsünler; çirkinlikleri değil. Herkesin payına düşeni yapması dileğiyle..

BİT KADAR!

Bir güne odaklanmak; sadece o güne kilitlenmek; bütün bir haftayı o gün gelsin diye geçirmek, sonra o gün gelince planladığın şeyi yapamamak insanı ne kadar acıtır bilir misiniz? Bir de o planladığınız şeyi yapamamanızın nedeni hastalık vs. gibi önünüzdeki bütün bir haftayı etkileyecek bir olaysa, o haftaya dair kurduğunuz tüm hayaller suya düşmüş ve adeta yaşama sevinciniz kalmamışsa gerçekten ne yapacağınızı şaşırırsınız. Artık tek dileğiniz bu sıkıntıların geride kalacağı, bu sıkıntılara gülüp geçeceğiniz günlerin gelmesidir. Bir de bu işin paranoyaklaşma kısmı var ki o anlarda içiniz sıkılır, terler adeta kafanıza ateş basar ve nefesiniz kesilir. Sonra bir an gelir "yok ya geçecek mutlaka" dersiniz. Bir umutlanır; bir karamsarlığa düşersiniz.
Kaygılarınızla çevrenizdekileri de bunaltmaya başlarsınız. Ama onlardan çok azı bunaltmalarınızı alttan alır; sizi teselli etmeye çalışır. Diğerleri ise çekip gider. 
Benim gibi takıntılı bir bünyeye sahipseniz bu dediklerim çok küçük meseleler için bile söz konusu olabilir. Yeter ki mevzuu sizin hassas olduğunuz bir konu olsun. En iyisi kafa dağıtacak bir uğraş bulmak. Mesela, içinde bulunduğunuz hafta için planladığınız, ancak istemediğiniz söz konusu olayın vukuu bulması ile ertelediğiniz planları bir bir devreye sokabilirsiniz. Ya da yeni planlar yapıp kafanızı dağıtmanın yolunu bulmalısınız. Aksi takdirde, sıyırmaya az kaldı ruh halinde evde dolaşıp durursunuz.  Böyle anlarda ilginizi çeken bir kitap okuyabilir ya da film izleyebilirsiniz. O da olmadı; yemek yapın. En azından bir çorba karıştırın. Sonra çorbanın derinliklerinde kaybolup hayal kurun. Sezen Aksu'dan "Bir kedim bile yok"u dinleyin. Ama fazla duygusal şarkılara dalmayın; içinizdeki sıkıntıyı yazın. Sonra kendinizle dalga geçin. Derdinizi küçümseyin. En önemlisi de bu. Daha beterlerini düşünün. Onların yanında sizinkisi ne ki? Bit kadar!

9 Ekim 2016 Pazar

BİR MANDALİNA ANISI

Bir pazar akşamı ben salondaki köşemde kağıda dökerken anılarımı, eşim de başındayken bilgisayarın ve çocuklar uyumazken, nedir bu evdeki sessizliğin anlamı diye şaşkın şaşkın birbirimize baktık önce. Sonra ayaklarımızın ucunda, sessizce çocukların odasına yöneldik. Bir ne görelim?
Bizimkiler çıkmışlar yataklarının üstüne, mandalina keyfi yapıyorlar. Bir poşet mandalinayı almışlar önlerine. Büyük olan mandalinayı soyup yemeyi başarmış. Küçük olan da doğruca ağzına götürmüş, soymadan kemiriyor mandalinayı. Haliyle, her yer kabuk; mandalinanın suyu akmış üstlerine başlarına. Ama mis gibi mandalina kokmuşlar. Sonra bizi görünce bir gülüşme, kıkırdaşma tuttu bunları. Doğrusu insan her akşam böyle suç üstü yakalasa diyor çocuklarını, bir gülme krizi tutsa diyor tüm aile bireylerini. Bazen çok öfkelendiğim oluyor çocukların saçıp dökmelerine, bazen de koyveriyorum işte ortalık dağılsın, bozulsun. Koy verdiğim anlarda bir sakinlik çöküyor üstüme, pamuk şekeri kıvamında oluyorum sanırım bu zamanlarda. Sonra toplanıyor nasılsa ortalık, mandalina kokulu bir akşam da kar kalıyor bana. 
Böylece benim de artık tezgahlarda gördüğümde mandalinayı, kocaman bir gülümse yayılacak yüzüme. Mandalinanın çocuklarımla aramda bir anısı oluşunca; düşündüm benim kendi çocukluğumun anısı yok mu diye mandalinayla. Hatırladım ki, mandalina kabuklarından yemek yapardık evcilik oynarken kız kardeşimle. Sonra çocukluğumla mandalinayı yan yana koyunca soba geldi aklıma. Mandalina kabuklarını sobanın üstüne koyduğumuzda yayılan rayiha burnumun ucuna kadar geldi bir anda. 
Ne güzel şey anı biriktirmek.

6 Ekim 2016 Perşembe

YOKSA BEN ÇEKİLMEZ MİYİM?

Küçük çocuklarım var diye şikayet mi etmeliyim hep? Herkes bana yardımcı mı olmalı? Eşim, dostum, annem, kardeşim, vs. Eşim bana hep yardımcı olmalı zaten; o ayrı bir konu. Ancak ya diğerleri?
Çevreden destek beklemek konusu bazen tribal enfeksiyonlara yakalanmama neden olabiliyor. Böyle anlarda da çekilmez oluyorum. Öte yandan hem her şeyi hallederim havasında; hem de destek beklentisi içinde olmak beni de çok yıpratıyor. Madem destek istiyorsun; söyle değil mi? Söylemeyeceğim; onlar benim ne halde olduğumu görmüyorlar mı diye sorup duruyorum kendime. Sonra da onlardan yardım gelmediğinde hayal kırıklığına uğruyorum. Bu hayal kırıklığı da ilişkilerimi zedeliyor. Beni en çok üzen de bu beklentilerimin annemle ilişkimizi bozması. Aslında bu süreçte yakınlardan yardım isteme konusunda çekinmemek gerektiğini uzmanlar da tavsiye ediyor. Gerektiğinde yardım istemek; talepkar olmak da insanların çocukluklarından itibaren kazandıkları bir alışkanlık olmalı. Yani yetiştirildikleri kültürle kazanılan bir davranış biçimi. İşte ben bu özelliğimin eksik olduğunu düşünüyorum. Minnet etmeme özelliğinin de çok kötü bir özellik olduğu inancındayım. Böyle bir özelliğe sahip olmak yerine, ihtiyaçlarımı net olarak ortaya koyup, gerektiğinde, yardım isteyebilseydim keşke. Böylece hayal kırıklıkları ile uğraşmak yerine daha faydalı işler yapardım.
Hem yardım istemeyip, hem de karşı taraftan istediğim cevabı alamadığımda kendi kendime kurguladıklarım çok çirkin olabiliyor. Bir de alınganlığım devreye girince kendimden utanır oluyorum. Bir de şöyle bir durum var ki bu özelliklerimi iki çocuklu hayattan sonra keşfediyor olmam. Elbette az dozda da olsa bünyemde mevcut olan bu özellikler çocuklarla beraber aşırı doza ulaşmış durumda. Sorunlar büyüdükçe çekilmezliğim katlanarak artıyor sanırım. Bu sorunla baş edebilmek için öncelikle kendime özel, farklı ilgi alanları oluşturmaya karar verdim. Yani farklı uğraşlar edindim. Eminim bu şekilde ilgim dağılacak, değişik işlerle uğraşmak beni kendime getirecek; en önemlisi kendime güvenim artacak. 
Hayatım merkezinde çocuklarımın olması ne kadar güzelse, farklı işlerle özellikle bana özgü işlerle uğraşmak da bir o kadar güzel. Bir kere uzun zamandır ayrı kaldığın bir heyecanı yakalamak gibi. Tek başına bir yerlere gitmek, yine tek başına çocuklar ve onların alanı ile ilgili konuların dışında bir ortamda bulunmak şu an benim koşullarım içinde inanılmaz güzel bir tatta olabiliyor. Adeta o saatlerin tadı damağımda kalıyor ve bir sonraki seferi iple çeker hale geliyorum. 
O yüzden en iyisi özellikle kendimize yönelip; kendimizi çok iyi tanımalıyız ki rutin hayatımız içinde bize iyi geleni bulalım. Böylece defolu yanlarımızı tamir edebilelim.

5 Ekim 2016 Çarşamba

UYKU... KİMİN SORUNU?

Nihayet dün Ahmet Tarık'ı bütün gün uyutmayıp, akşam da saat 21:30'da uyutmayı başardım. Hem sabah da saat 09:00'da uyandı. Böyle bir uyku düzeni tutturmak ne güzel olur. Gel gelelim Mehmet Yavuz'un uyku düzenine. Onun ki tam bir karmaşa. Ne gece uykusu düzenli ne de gündüz uykusu... Bir kere gündüz uykuları hala bire inemedi. Bir defa öğle üzeri; bir defa da öğleden sonra uyuyor. Hal böyle olunca akşam da 22:00'den sonra uyuyor. Gece de rahat bir uyku çekmediğinden sabah kahvaltısından sonra bir huysuzlaşıyor, bir huysuzlaşıyor; gel de uyutma. Mecburen 11:00-11:30 gibi tekrar uykuya geçiyor. Bir, bir buçuk saat uyuyup, uyanıyor. Şöyle ki, bu uykusu abisinin gürültüsü nedeniyle bozulmuşsa kazara; alın size tadından yenmez bir Mehmet Yavuz. O yüzden bazen Ahmet Tarık'ı alıp dışarı çıkarıyorum ki paşam rahat bir uyku çeksin de sonra şeker gibi bir adam olsun. Ancak kendisine bu uyku da yetmiyor. Öğle yemeği idi, oyundu vs. derken saat 17:30-18:00 gibi bir ağlama krizleri, kendine geriye atmalar filan başlıyor. O zaman haydi sakinleştirici mucizemiz anne sütüne... Sonrası malum... Mışıl mışıl bir uyku...
Ama akşam benim dizim vardı; artık şu kitabı bitirmek istiyordum; tezime çalışacaktım gibi hayaller yalan olur; beklenmedik, sürpriz bir ana kalır. O an da öyle beklenmedik, öyle sürpriz zamanda gelir ki, insan o zaman da ne yapacağını şaşırır. 
Gel gelelim, Mehmet Yavuz'un gece uykularının bu kadar rahatsız, bu kadar bölünmüş olduğu sorununa. Bir kere anne sütünü almaya devam ettiği için sık sık emmek için kalkıyor. Anne sütünü bırakmak için henüz erken olduğuna göre, en iyisi uyku öncesi iyice doyurmak. Bu bir nebze olsun sık sık bölünen uykusuna bir çare olabilir. İkincisi emmek için kalktığında, annesinin yatağına geçiyor ve annesi de üşendiğinden bir daha onu yatağına yatırmıyor. Sonra onun ağlama sesini duyan abisi de hop annesinin, babasının yanına gelince iki kişilik yatak epeyce kalabalıklaşıyor. Hal böyle olunca Mehmet Yavuz için konforlu uyumak söz konusu olmuyor. Bu durumda sık sık uyanmaya; uyanınca da emmeye devam ediyor. Bu arada Ahmet Tarık konfor monfor dinlemiyor; her hal ve şartta deliksiz uykusuna devam ediyor.
İşte bizim de bazen rahatsız olduğumuz ama değiştirmeye üşendiğimiz davranışlarımız olabiliyor. Sorun da zaten değiştirmeye üşendiğimiz bu davranışlarımızdan kaynaklanıyor. Sonra da bu çocuklar niye böyle deyip duruyoruz. Önce sen bir kendine baksana arkadaşım...

3 Ekim 2016 Pazartesi

ÖFKEDEN ÇILDIRAN BİR ANNENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

Yatmadan önceki tüm hazırlıklar yapılmış; gece mamaları yenmiş, altlar değiştirilmiş, evdeki tüm ışıklar söndürülmüş ve iki yetişkin, iki çocuk, çocuklar uyutulsun diye yatağa girmişler. O da ne? Ufaklık tekrar kaka yapmış. İşte şimdi delirme vaktidir. 
İnsaf! Saat gece ondan biri sizi uyutmaya çalışıyoruz. Oysa ki yatak havuzmuş Tarık için atlayıp atlayıp durduğu. Memiş'e ne demeli? Zır zır zırlayan bir çocuk, hiç susmayan. Aman Allah'ım bu çocuk hiç susmaz mı? Susmuyor işte. Bazen ağlasın, ağlasın ben hiç tepki vermeyeyim; kendi işimle uğraşayım diyorum. Ama olmuyor. Bazen de kucağıma alayım; evin içinde dolaştırayım da sakinleşsin diyorum ancak inanın ona bile enerjim kalmamış oluyor. Özellikle de akşam saatlerinde. Zaten akşam saatlerinde artık pilim bitmiş oluyor. 
İstiyorum ki akşam saat ondan sonrası benim olsun. Ama ne mümkün. Uyumuyorlar. Şu işi bir türlü beceremedim: Saat dokuzda uyutmayı. Bazen diyorum ki sabah yedide uyandıracağım sizi. Bakalım sonra akşam bu kadar geç saate kadar uyanık kalabiliyor musunuz? Ama tabi ki onu ben de yapamıyorum. Erken kalktığımda, onlardan önce, bir saat, sessizliğin tadını çıkarmak daha keyifli geliyor. Kimi zaman kitap okuyorum o muazzam vakitlerde, kimi zaman salondaki köşeme oturup pencereden işe gidenleri, servis bekleyenleri yani insanların güne başlamalarını izliyorum ya da sessizce kahvaltı hazırlıyorum eksiksizce, hiç bir şeyi unutmadan, meyveli filan. Böylece güne sakin başlamış oluyorum.
Güne sakin başlayıp, sakin devam etmek kural olsa keşke. Daha kahvaltı masasında bitmeyen kahvaltı tabaklarıyla çıldırarak devam ediyorsun güne. Şu da bir gerçek ki, bitmeyen kahvaltı tabaklarına çıldırmayı bırakalı epey oldu. Çünkü "yediği kadar" deyip güzel canımı üzmüyorum. Tabi ki kafanıza takmamanız gereken şeyler kahvaltı ile sınırlı değil.
Sırayla gelen, sıra bile değil aynı anda ancak sırayla değiştirilen kakalar, çişler faslı var ki bu, gün içinde periyodik olarak devam ediyor zaten. 
"Beni bu güzel havalar mahvetti" dizelerinin bir de bir anne tarafından anlamı var ki şöyle: Hava güzel olunca mecburen dışarı çıkılacak. Çünkü çocuklara laf anlatılmaz. Böylece dışarıya çıkan iki çocuk annesini perişan etmeye yeter; adeta canını çıkarır bu güzel hava. Çünkü gözler faltaşı gibi, tenis maçı izlercesine bir o yana, bir bu yana bakmaktan, kollar bir onun yönünü, bir bunun yönünü çevirmekten, bacaklar bir ona, bir buna koşmaktan, ağız bir ona, bir buna bağırmaktan bitap düşmüşken hangi güzel havadan bahsediyorsunuz Allah aşkına?
Bir de bunun eve dönünce banyo faslı var. Yemek faslı var. En güzeli de uyutma faslı var. Ancak bol oksijen çocukları çarpıyor mu nedir? Yoruldukça uyumuyorlar, uyumadıkça yorulmuyorlar diye giden anneye saç baş yolduran bir süreç işte.
Sonuç olarak, uyuyorlar; geç de olsa, güç de olsa uyuyorlar. Şimdi en büyük zafer annenindir. Zaferini istediğin gibi kutlayabilirsin ey anne! Ben bu sefer kağıdı, kalemi elime alarak kutladım.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

EN İYİSİ BOŞVERMİŞLİK ATIN BAVULUNUZA

Ben hayatımda planlarım varken mutlu olduğumu sanırdım. Hep bir plan peşinde; planlar planları kovalarken, abur cabur atıştırır gibi hayatı da atıştırdığımı farketmedim. Oysa hayat atıştırmalık olmaktan ziyade keşfedilmeyi bekleyen bir sürü yiyecekleri barındıran kocaman, özenli, temiz ve şık bir sofra olmayı haketmiyor mu? Kesinlikle bir an önce kalkmak istemediğim her yiyeceğin, her içeceğin tadına yavaş yavaş vardığım, bir lezzet de acele etmeden saatlerce oyalandığım bir sofra olsun isterim hayatım. İşte bunun gibi yaptığım yolculuklarımın da şunu da göreyim bunu da göreyim derken "hadi hadi" diyerek koşturmadığım, göremediklerim için hayıflanmak yerine belki bir daha hiç görmeyeceğim bir şehrin meydanında bağdaş kurup saatlerce etrafı izleyerek geçmesini yeğlerim. Hele ki iki küçük çocuğum varsa yolculuğumda bana eşlik eden... 
İki çocukla farklı bir coğrafyada, ülke ülke gezmek, yıllarca sırtımda çantayla tek başına yaptığım seyahatlere elbette ki hiç benzemiyor. Hatta seyahat sırasında o, yıllar önceki seni başkalarında görünce özenerek bakıyorsun. Sıcak, soğuk demeden, yorgunluğunun farkına varmadan bir şehri karış karış gezmenin tadını senin gibi bilen eşinin gözlerinde de görüyorsun o imrenmeyi. "O günler çok geride kaldı artık ailece anı biriktirmenin tadına varmak gerekir" diye kendini avuturken; şehirler arası araba yolculuklarının neşesi oluveriyor çocuklar. Sonra onlar bizlerden daha iyi iletişim kurabiliyorken diğer insanlarla; aynı zamanda iletişim vesilesi de olabiliyorlar. Böylece farklı kültürden insanlarla ortak paydalar buluyor; seyahatinizi zenginleştiriyorsunuz adeta. 
Ama en önemlisi çocuklarla seyahate çıkarken biraz boşvermişlik; vurdumduymazlık atmanız lazım bavulunuza. Bence sadece çocuklarla değil; her kimle ya da kimlerle seyahat ediyorsanız zehir etmektense ortamı her şeye rağmen pozitif kalmalısınız; gördüklerinizin, yediklerinizin bir ömür zihinlerinizde tatlı bir anı olarak kalmasını, gözlerinizin önüne geldiğinde içten bir gülümsemenin hem yüreğinizde hem de yüzünüzde yayılmasını istiyorsanız eğer. 
Velhasıl çocuklarla çıkıyorsanız seyahate, birçok şehri keşfetmeyi düşünüyorsanız, öyle detaylı bir plan yapmadan, beklentilerinizi yüksek tutmadan, anın tadını çıkararak, her şeyden önemlisi özgür ruhunuzla yola çıkın.
Nerelere mi gittik? Yakında blogda..

27 Haziran 2016 Pazartesi

İLK GÖZ AĞRIMA MEKTUP

Hep deriz ya "ne çabuk 1 yıl oldu, ne çabuk büyüdü, ne çabuk geçti zaman vs." . İşte şimdi ben de diyorum ki "Ne çabuk iki yaşında oldun sen, daha dün beklerken doğmanı sabırsızca..". Ahmet Tarık'ın iki yaşını karşılarken bu günlerde, ona ilk göz ağrım sıfatını yakıştırır oldum. Her bekleyiş bir diğerinden farklıdır ancak aynı duyguları hissettirir yine de. İlk göz ağrısının bekleyişi unutulmaz iken ikincinin dinginliğin de, ruhuna inen sekine halinde dinlenirsin hatırlarken bile o günlerini. 
İlk göz ağrımı yazarken benim canım oğlum yıllar sonra bu satırları okurken taze taze hissetsin istedim bugünkü duygularımı. Annesinin otuz yaşının hisseyatının sindiği cümleleri o da kendi otuz yaşını yaşarken duysun istedim. 
Annesi gibi aceleci, annesi gibi kararsız benim canım oğlum acele edip dünyaya gelmeye karar verdiğinde, sonra da vazgeçtiğinden bir türlü gelmek bilmediğinde bana unutulmaz acılar çektirip sonunda kucağıma verdiklerinde bu minik, çizgi film karakteri gibi şey benim oğlum mu şimdi demiştim. Başında kukulatesiyle bir virgülü andırıyordu. Dolayısıyla çok sevimli bir şeydi. Bu minik virgülü geçmek bilmeyen sarılığı yüzünden kuvöze koyduklarında duvarlara vurarak ağladığımı hatırlıyorum da gerçekten bir anne için çocuğunun saçının teline zarar gelse kıyametleri kopartacak bir yüreğe sahip olmasını daha iyi anlıyorum. O yüzden Allah hiçbir anneyi evladının sağlığı ile imtihan etmesin diliyorum.
Benim canım oğlum sen bizim için ilklerin küçük adamısın. İlk senin gülüşüne şahitlik ettik. İlk senin emeklemeni bekledik sonra ansızın gelen ilk adımlarını gördük. İlk kelimelerinle, ilk cümlelerinle bize muhteşem heyecanlar yaşattın. Sonra sen benim arkadaşım oldun. Ev, küçük bir bebek olarak kardeşin için daha güvenli iken, sen benimle ileride kardeşine de rehberlik etmek için dünyayı keşfe çıktın. Ne kadar uyumlusun ki seninle gezmek, dolaşmak hiç sorun olmadı benim için. Bir de güleryüzün var ki herkesi sana hayran bırakan, hiç solmasın dileğim..
Düştüğünde ağlamadan kalkıp yoluna devam eden, içinde bitmeyen ve hiç bitmemesini dilediğim merak duygusuyla dünyayı keşfetmeye çalışan, konuşmaya başlamasıyla birlikte kocaman bir hayal gücüne sahip olduğuna şahitlik ettiğim benim küçük kahramanım iyi ki doğmuş..


22 Haziran 2016 Çarşamba

HADİ ARTIK SEN DE BAĞIMSIZLIĞINI İLAN ET!

Annesini her an etrafında görmek isteyen, hatta gözünün önünden hiç ayrılmasın diyen bir küçük adam var evimizde hayata daha ürkek yaklaşan, annesinden başka kimseciklere güvenmeyen. Yoksa biz "güvenli bağlanma" denen şeyi kuramadık mı aramızda? Oysa doya doya yaşamaya başlamıştık birbirimizi doğduğundan itibaren. Sonra anne ile bebeğin ilişkisi, bebeği kucağınıza ilk verdikleri andan itibaren hatta dünyaya geleceğinin haberini ilk duyduğunuz andan itibaren aşama aşama başlayan bir süreç değil midir? Ve ilmek ilmek işlenen bir aşktır adeta. O yüzden ne kadar "güvenli bağlanma" gerçekleşsin diye söylenenleri yapmaya çalışsan da doğal sürecinde ilerliyor her duygu, her paylaşım, her temas...Yani aşkın doruklarına bir anda çıkamıyorsun. Paylaşımlar arttıkça anne ile bebeğinin ilişkisi de boyuttan boyuta geçiyor. 
Şöyle geçtiğimiz on aya bakıyorum da; ben en çok bebeğimin kokusunu içime çekmişim. İyi ki de çekmişim. Hayat devam ederken, bir de aslında daha o da bir bebek olan ağabeyinin de ihtiyaçları varken karşılanması gereken ve adil olduğumu düşünürken küçüğün annesine olan bu düşkünlüğü, bu bağlılığı nedendir diye kafa yormadan edemiyor insan haliyle.
Sonra fıtrattır diye işin içinden çıkıyorum çoğu zaman. Ancak öyle bunaldığım anlar oluyor ki "Hadi artık sen de bağımsızlığını ilan et!", diyorum. Biliyorum ki o da bir gün bağımsızlığını ilan edecek. Onu kucağıma almaya kalktığımda, öpmeye çalıştığımda "dur ya anne" diyecek. O yüzden bu ne acele? Belki de tadını çıkarmalı yapışık ikiz gibi dolaşmanın, ele ele göz göze oturmanın, kıkırdaşmanın...
Bu pozitif bakış açısını her zaman korumak mümkün olmuyor ne yazık ki. Ev dışındaki bir ortamda ya da evde fakat ona göre yabancı insanların konuk olduğu zamanlarda keyifsiz anlar yaşatabiliyor bu küçük adam bana. Dolayısıyla böyle zamanlarda da bu dönemin geçici olacağını hatırlayıp, onu ortama adapte etmeye çalışmak gerek. Agresif olunca hem kendi keyfin hem de onun keyfini daha da çok kaçırıyorsun. O yüzden en iyisi onu her zaman güvende olduğunu hissettirecek davranışlarda bulunmak. Her şeyin anahtarı sevgidir diye boşuna dememişler. Kendimize her zaman sevgiyi telkin etmek dileğiyle...

13 Haziran 2016 Pazartesi

İNSANA EN ÇOK YAKIŞAN UMUTTUR

Sabah yataktan nasıl kalkarsan günün öyle geçer. Tecrübeyle sabittir. Bazen gece yatarken ona buna dargın yatıp bütün gece dargınlığını daha da derinleştirip sabah da asık suratla kalktığın oluyor mu bilmem ama benim başıma geldiği vardır. Sonra sabah o asık surata bir de öncekilere benzeyecek bir güne neden uyandım ki bunalımı yaşıyorsam bu yeni gün pek de iç karartıcı geçecek demektir. Oysa yeni yepyeni bir gün işte.. Neden öncekilere benzesin ki? Hem bugünü öncekilerden farklı kılacak hazineler de senin elinde. Sonra insan güne böylesine karamsar başlayınca güçsüz de hissediyor kendini. Hiçbir şey yapmamak hatta yemek bile istemiyor. En kötüsü de tahammül gücünün alt sınırlarında geziniyor olman. Bu durumdan da en çok etkilenen çocuklar oluyor haliyle. Adil mi küçücük çocuklardan hayata karşı takındığın tavrın sonuçlarına katlanmalarını beklemek?
Bunları tam da bir hikaye yarışmasını kazanamadığımda düşündüm. Kazananlar arasında ismimi göremeyince ilk şu cümle geldi aklıma: "İnsana en çok yakışan umuttur." Çünkü umutlu olunca yüzünde hep gülümse, sonra vücudunda bir enerji ve yerinde duramama hali, hayallerin varlığıyla kalbinde uçan kelebekler... Bütün bunlar insana en çok yakışan ve onu güzelleştiren hallerdir. Dolayısıyla umudun yakışmadığı insan yoktur. 
Öte yandan, gerçekleşse de gerçekleşmese de hayal kurmak güzeldir. Bugün gerçekleşmeyen hayalinin, eğer peşini bırakmazsan, yarın bir gün sana bir sürpriz yapmayacağını nereden biliyorsun. O yüzden ne hayallerinin peşini bırakmalı ne de umut etmekten vazgeçmeli. 
Güne başlarken de günün sana getireceği güzellikler için sabırsızlanmalı; kötü sürprizler için gülüp geçecek moral motivasyonu bünyene şırınga etmeli. Güzellikler demişken öyle çok büyük şeyler beklemeyin. İki çocuğunun aynı saatte öğle uykusuna dalıp, deliksiz iki saat boyunca uyumaları gibi bir şey olabilir mesela. Ya da aradığın bir kitabı geçerken uğradığın kitapçıda bulman gibi. Sonra beklediğin bir kargonun düşündüğün günden önce gelmesi gibi. En güzeli de sabah erkenden hem de uykunu almış bir şekilde kalkıp, herkesten önce kendine bir saat hediye etmen gibi.
Güne güzel başlamış olmak öyle bitmesini sağlamıyor her zaman. Aksilikler hiç peşini bırakmayadabilir. Uzun bir kuyruk bekleyip işini halletmeden çıkabilirsin örneğin devlet dairesinden. Ya da boşuna tepmişsindir onca yolu. Hemen öfkeleniveriyorusun değil mi işin halledilmeyince ya da boşuna zaman kaybedince? En iyisi derin bir nefes al; öfke gibi zehirli duygusal tepkimeyi vücuduna vermeden önce düşün. Çünkü öfkenin insanın kendisine ve çevresindekilere verdiği zarar öyle gereksiz, öyle pişman edici ki insan sonra yaşadığı o ana dönüp o öfkeli anını yok etmek istiyor. 
Bol hayalli, bol umutlu günler hepimize..

12 Haziran 2016 Pazar

BABA DEDİĞİN NEDİR Kİ

Herhalde hiçbir baba bir anne gibi olamaz. Ne annenin yerine bir baba; ne de bir babanın yerine bir anne konulabilir. Öyle ki annelerin ev hayatı ve çocuklar için harcadıkları mesaileri de babalarınkinden kat be kat fazladır. Şu da bir gerçek ki bebeğin doğumuyla birlikte bir anne için hayat artık eskisinden çok farklı iken ve bir daha da eskisi gibi hiçbir zaman olmayacakken, babalar için hayat hemen hemen aynı temposuyla devam etmektedir. 
Öte yandan, anne dediğin çok şey iken belki de, baba dediğin de az bir şey sayılmaz.  Her şeyden önce babanın varlığının bir anneye kattığı manevi yön yadsınamaz. En önemli rollerinin annelik yükünü hafifletmek olan babalar bu rollerini daha bebek dünyaya gelmeden oynamaya başlarlar. 
Hamileyken ağlama krizlerine girip üzmene rağmen, devamlı darıldığın için ne yapacağını şaşırmasına rağmen, gecenin bir vakti senin canın bir şey çekti diye tüm şehri turlamasına rağmen doğum sırasında acılar içinde kıvranırken acılarla daha iyi başedebilmen için elini sık diye sana uzatandır baba. O yüzden, baba dediğin şey az bir şey değildir aslında.
Daha birkaç günlük bebeğinin altını değiştirirken yaşadığın maceralara birlikte güldüğündür bir baba. Çocuklarla ilgili yerli yersiz tüm endişelerini dinleyen, çözüm üretendir bir baba. Haftasonu planlarının uygulayıcısıdır bir baba. Aslında o bir süpermendir; bir elinde dokuz kiloluk puset, diğer elinde alışveriş poşetleriyle her defasında evden çıkış ve eve giriş maceranın en önemli ortağıdır. En önemlisi iki çocukla hayata devam ederken öfke krizlerine, duygu yüklü anlarına, alınganlık nöbetlerine en yakın şahit edendir. 
Velhasıl bu yazı bir doğum günü yazısı niyetiyle oğullarımın en iyi arkadaşına ithaf edilmiştir..

11 Haziran 2016 Cumartesi

EVİMİZDE KÜÇÜK BİR KAŞİF VAR

Emeklemeye başladığından beri girip çıkmadığı delik kalmayan, dünyayı büyük bir iştahla keşfetmeye çalışan, adeta bir sürüngen edasıyla ayaklarımızın arasında dolaşan küçük kaşifimizin evde elini uzatmadığı, tadına bakmadığı hiçbir şey kalmadı. Yemek yaparken mutfakta agu sesleri ile en iyi arkadaşım oldu. Kısacası ben nerede isem orada küçük bir de adam vardı. Ancak bu küçük sürüngen ile evdeki hayat bir hayli eğlenceli geçerken, bir o kadar da bize zor dakikalar yaşatıyor. Öyle ki bir odadan diğerine geçerken içleri parçalayan ağlaması yok mu, insan ne yapacağını şaşıyor. Mecburen kucağıma alıp sakinleştirip,eline oyalanacak bir şeyler vermem gerekiyor. Bir de eline geçirdiği bir nesneyi keşfetmesine izin vermeden el koyduysanız kıyamet kopuveriyor. İşte keşfetmesine izin vermediğinizde hissettiği o duygu canını öyle yakıyor ki bir anneye babaya düşen de onun bu merak duygusunu gidermek oluyor. Çünkü onun daha bebekken oluşan bu ilk merak duygusunu yok etmek tüm hayatına yayılacak yıkıcı bir etki yapabilir. Öte yandan anne babaları da en çok zorlayan nokta minik parmakları tehlikeli eşyalara dokunduğunda takınılması gereken tavır. Elbette ki evdeki sürüngen kişileri o tehlikeli noktalardan uzak tutmak gerekir. Dolayısıyla en iyisi evi çocuk dostu haline getirip minik ayakların, minik parmakların gönlümüz rahat bir şekilde evde dolaşmasına razı olmak...
Bir de son günlerde yemek yerken sanki dışarıda bir restoranın bahçesinde yiyormuşçasına bir kediciğin bacaklarımın arasında dolaştığı hissine kapılıyorum. Çünkü mama sandalyesinin dokuzuncu ayını doldurmasıyla işlevini de tamamladığına çok geçmeden tekrar şahit olduk çok şükür. Öyle ki mama sandalyesi üzerinde ayağa kalkmalar, sarkmalar, masaya uzanmalar konusunda adeta dejavu yaşıyoruz. O yüzden iyisi mi biz yemek yerken bir kedicik bacaklarımızın arasında dolaşsın. Çıkardığı sesler de müzik niyetine masamızı şenlendirsin. 
Yaptığınız her işe ortak olmak isteyen, bir bakmışsınız çamaşır makinesinin içine kafasını uzatmış, bulaşık makinesindeki tabakları alan, yazı yazmaya çalışırken klavyenin tuşlarına uzanmaya çalışan ya da abisine kitap okurken elinizdeki kitabı bir çırpıda alan ve yemeye çalışan bıdıklar artık kesin olarak gözlerini dünyaya ve dünya nimetlerine açmışlardır. 
Böylece tüm bunlar yaşanırken anne babaya bol bol sabır ve kolaylıklar, küçük bünyelere de sağlık dilerim.

4 Haziran 2016 Cumartesi

ONLAR OLMADAN ASLA!

Sırtımda çanta, ellerim dolu, bir yandan da bebek arabasını sürüklerken çocuklarla birlikte kendimizi asansöre attığımızda deli miyim divane miyim diye soruyorum kendime. Öyle ki önce çocuklar bir güzel temizlenmiş, giydirilmiş, hazır hale getirilmiş sonra çantaya yedek kıyafetler, acil durumlar için yiyecekler vs. düşünülüp, yerleştirildikten sonra ayaklarına dolaşan iki çocukla zar zor hazırlanılmış ve zorlu bir ayakkabı giyme sürecinden sonra eller, kollar dolu bir şekilde asansöre binilerek dışarı çıkma sürecinin ilk adımını başarıyla tamamlamış olmak işte insana daha doğrusu anneye böyle bir soruyu haliyle sordurtuyor. Her seferinde yaşadığımız bu süreç evden çıkmamızı engelliyor mu? Hayır.. Sanırım anneye öyle bir kuvvet, güç geliyor ki dışarı çıkmak için yapılan hazırlıklar, dışarıda yaşanan yorgunluklar vs. vız geliyor. Bir de her yaşanan ana, anı biriktirmek bakış açısıyla baktığımdan olsa gerek ancak kendimi günün sonunda yatağa uzandığımda ne kadar yoruldum derken buluyorum.
Öte yandan, beni asıl yoran dışarıda çocuklarla geçirdiğimiz vakitlerde yani çocuklarla sosyalleşirken insanlardan gelen tepkiler olabiliyor zaman zaman. Ne güzel ki günümüzde herkes çocukları ile birlikte dışarıda, yani herkes çocuğumla sosyalleşiyorum diyor. Ancak bazen öyle zamanlar oluyor ki dışarıda iken çocuğunun yaptığı bir huysuzluktan, ağlama krizinden vs. dolayı çok zor durumda kalabiliyorsun. O an eleştiren, ayıplayan gözlerden ziyade destek olan, yardım eden yaklaşıma ne kadar da ihtiyaç duyuyorsun. "Çocuktur; yapar", "olsun" deyip geçmek ne güzel bir bakış açısıdır.
Bu bakımdan, Kudüs İbrani Üniversitesi'nde profesör olan Sydney Engelberg'in ders anlatırken bir öğrencisinin çocuğunun ağlaması üzerine çocuğu kucağına alıp ders anlatmaya devam etmesi gerçekten çok anlamlı. Bu bakış açısının toplumun her alanında yaygın olması, kadınların hem anne rolleri ile hem de farklı kimlikleri ile toplumda var olmalarına ve kendi güçlerini ortaya koymalarına yardımcı olmaz mı? O yüzden kadınlar için pozitif ayrımcılığı, çocuklarıyla beraber iş hayatında olmalarına yardımcı olacak, onları destekleyecek yasaları, düzenlemeleri çok gerekli görüyorum.
"Çocuk da yaparım, kariyer de yaparım" güzel de; ikisini de verimli bir şekilde yapmak için de atılacak çok adım var bence. Dolayısıyla hiç kimsenin ve hiçbir şeyin annelerin üzerinde yük oluşturmadığı ve böylece hayata değer katmalarının kolaylaştırıldığı bir dünya hayali ile...

30 Mayıs 2016 Pazartesi

BİZ BÖYLE İYİ MİYİZ?

Hayat su gibi akıp giderken, insan hızla yaş alırken zamanın bu acımasızca akışına ne dur denebiliyor ne de bu hızlı akışın çoğu zaman farkına varılabiliyor. Sonra insan gençken zaman hızlı aksın istiyor zaten. O zaman hayaller bir an önce yetişilmesi, varılması gereken hedefler olarak görülüyor. Varılınca her şeyin istikrarlı olacağı, zamanın o anda duracağı, ütopik bir dünya hayali zihinleri süslerken, koştura koştura yaşanıyor gençlik günleri. Sonra zaman geçip de yaş kemale erdiğinde sindire sindire yaşayamadığın o gençlik günlerini buğulu gözlerle izler oluyorsun gözlerinin neminde. Hiç olmazsa bugünlerim içime sinsin diye çabalarken bu sefer tek başına olmadığını anlayınca bir telaş sarıyor birden. Çoğalmışsın; çoğaldıkça da sorumlulukların artmış. Ya ben? Benim hayallerim.. Onlar şimdi ulaşılması imkansız, ikinci plana atılmış hayat gayeleri olmamalı değil mi? Hem ben ben olmadıktan sonra nasıl anne olurum ki? O yüzden önce ben derken aklım da gönlüm de aslında yine çocuklara en mutlu en anne olmak için tüm bu çaba.
Velhasıl son günlerde hem hayallerimle hem de sorumluluklarımla nasıl yaşarım diye düşünürken, etrafta bir mutlu ben, bir de mutlu çocuklar görmeyi hayal ederken buluyorum kendimi. Sonra bağda bahçede, evde oynayan iki mutlu çocuk ve yanı başlarında yazan, okuyan bir mutlu anne görünce işte bu diyorum. Yazar mutlu anne, oynayan mutlu çocuklar.. Hayallerim bundan ibaret.. Düşünecek, tasalanacak çok da bir şey yok aslında. Sadece yazmak, beklentisiz.. Zaten mutlu olmak da beklentisiz olmayı gerektirmez mi?
Sonra gençlik hayalleri de insanın kendini tanımadan kurduğu rüyalarmış. İnsanın kendini
tanıması da en zaman alanmış. Meğer ne kadar da değerliymiş. İnsan kendini tanımadan, dolayısıyla mutlu olduğu işi yapmadan geçirdiği ömrü adeta zayi oluyormuş. O yüzden biz böyle iyiyiz hem de çok..

27 Mayıs 2016 Cuma

KIRMIZI PAPYONLU KARINCA

Ah canım kırmızı papyonlu karınca. Yapayanlız kalmıştı şu koca şehirde. Ne bir arkadaşı vardı ne de bir tanıdığı. Üstelik nerede olduğunu bile bilmiyordu. Arkadaşı Sarı Benekli’ye uyup nasıl da girivermişti o kırmızı pabucun içine? İşte şimdi bilmediği bir şehirdeydi. Üstelik ışıl ışıl bu şehir, onun geldiği yerlerden ne kadar da farklıydı. Kendini öyle yorgun, öyle bitkin hissediyordu ki o kırmızı pabucun içinde bir o yana bir bu yana gitmekten sersem gibi olmuştu. Üstelik çok da acıkmıştı. Önce yiyecek bir şeyler bulsam iyi olur diye düşündü. Ama adım atacak hali yoktu. O yüzden kırmızı pabuçlu kadının geldiği otel odasında bir köşeye kıvrılıp uyumaya karar verdi.
Ertesi sabah kırmızı papyonlu karınca uyandığında güneş perdelerin arasından odayı aydınlatıyordu. Kırmızı papyonlu karınca bir an önce dışarı çıkıp şehri keşfetmek istiyordu. Ancak önce karnını doyurması gerekiyordu. Kapının altından yavaşça çıkıp, merdivenlerden aşağı indiğinde Pera Palas Oteli tabelası ile karşılaştı. Bu kaldığı otelin adıydı ve bir meydana bakıyordu. Kırmızı papyonlu karınca otelin merdivenlerinde meydanı izlemeye koyuldu. Sonra insanların daha çok sol tarafa ilerlediğini görünce o da bu tarafa doğru yöneldi. Yüksek, tarihi binaların arasından, dar bir sokaktan geçti. Geniş bir meydana açılan bu dar sokaktan geçince karşına çıkan geniş caddenin üzerinden geçen kırmızı nostaljik tramvayın sesiyle irkildi önce ve ardından geri çekildi. Sonra bu nostaljik tramvayın güzelliğine dalıp daha önce hiç böylesi bir araç görmediğini düşündü. Acaba geldiği bu şehirde daha neler bekliyordu onu?
Karnın açlığını fark etti tekrar. Etraftan bir sürü yiyecek kokusu geliyordu. Özellikle vakit sabah olunca fırından yeni çıkmış ekmek, poğaça, açma, börek kokuları geliyordu burnuna. Kafasını kaldırıp şöyle etrafa bakınca bir sürü kafe olduğunu fark etti çevresinde. Bu kafelerden bir tanesine giderse insanların yere düşürdüğü kırıntılarla kesinlikle doyacağını düşündü. Gözüne kestirdiği ilk kafeye girdi. Hemen girişteki masada oturan çiftin yedikleri poğaçadan düşürdükleri kırıntılarla bir güzel karnını doyurdu. Tekrar caddeye döndüğünde daha önce hiç görmediği bir kalabalıkla karşılaştı. İnsanlar akın akın cadde boyunca yürüyorlardı. Vakit ilerledikçe işine yetişmeye çalışan insanlar kırmızı papyonlu karıncanın işini daha da zorlaştırıyordu. Caddenin karşı tarafına geçmek için epey uğraşan kırmızı papyonlu karınca nihayet kendini yemyeşil çimlerin, asırlık ağaçların arasında bir bahçeye atıverdi. Bahçede biraz yürüyüş yapan kırmızı papyonlu karınca için bu bahçe dışarıdaki kalabalığın ortasında tıpkı bir çöldeki vaha gibi geldi. İleride büyük bir bina vardı. Üzerinde Galatasaray Lisesi yazıyordu. Buranın bir okul olduğunu anlaması ile okul zilinin çalması bir oldu. Bir öğrenci istilasına yakalanmamak için hızlıca lisenin yüksek duvarını tırmanmaya başladı. Duvarın öbür tarafına geçtiğinde bir yokuşun başındaydı. Sıra sıra binaların dizildiği bu dar yokuştan aşağı inmeye koyuldu. Nefes nefese kalmıştı. Biraz soluklanmaya karar verdi. Kafasını kaldırdığında gördüğü muhteşem manzarayla adeta büyülendi. Şimdi de nefesini kesen karşılaştığı bu manzaraydı. Ben nasıl bir şehre geldim diye düşündü. Yokuş aşağı inerken çevresinde gördüğü binalar daha önce hiç karşılaşmadığı güzellikteydi. Denize kadar ilerledi. Çok yorulmuştu. Ancak bir süre sonra deniz kıyısından şehri izlemenin onu nasıl da dinlendirdiğine şaşırdı. Ne acayip bir şehir diye düşündü kırmızı papyonlu karınca hem yoran hem de dinlendiren...

25 Mayıs 2016 Çarşamba

HER ÇOCUK DÜZEN Mİ SEVER?

Çocuklu hayatın beni en çok korkutan tarafı belki de evimde oluşturmam gereken düzendi. Benim gibi her canı sıkıldığında ya da canı istediğinde dışarı çıkmaya alışkın biri için nasıl olacaktı bu? Zaten eve kapanma korkusu lohusalığın başlıca kaygısıydı benim için. Ancak bebeğimle de istediğime yere gidebileceğimi, seyahat edebileceğimi görünce bu kaygımı çabucak atlattım. Her iki oğlumla da daha onlar bir aylık iken seyahat etmiştim. Görenler bir gezgin yetiştiriyorsunuz sanırım demişti. Bu seyahatler doğumdan sonra benim psikolojik olarak iyileşmem için şarttı adeta. Ayrıca çocuklar büyüyünce, şimdi daha iyi anlıyorum ki çocuklu hayatın en kolay, en rahat yolculuklarıymış meğer bu dönemlerde yaptığımız yolculuklar. Ancak şu da bir gerçek ki kimisinin fıtratı harekete, sürekli yer değiştirmeye yatkınken, kimisinin fıtratı da durağanlığa, yerleşikliğe yatkın olabilir. Bana kalsa, yerleşikliğe sonradan geçen insanoğlunun genlerinde yer alan göçebelik ile yerleşiklik hep bir arada olmalı. Ne tam yerleşik ne de tam göçebe. İşte ruhunda göçebelik olanlar daha bebekken belli oluyor. Onlar için evde olmanın, arabada olmanın, dışarıda olmanın bir farkı olmuyor. Ancak kimi bebekler evde kurulan düzeni öylesine seviyorlar ki uyku saatleri, yemek saatleri belli olup her ihtiyaçları evde sağlanınca bir huzurlu, bir mutlu oluyorlar ki bir yandan da anne yüreği dayanmıyor onların ruhundaki bu sekine halini bozmaya.
Öte yandan düzen seven çocuk ile düzene pek aldırış etmeyen çocuk örnekleri evimizde mevcut olup her ikisine göre ayak uydurmak da her zor iş gibi anne kişisine düşünce heyyt ben ne dersem o olur modunda da yaşayabiliyorsunuz. Ya da düzen seven çocuğu evde bırakıp diğeri ile maceralara atılabiliyorsunuz. 
Bir de "baştan nasıl alışırlarsa öyle giderler" görüşü var ki bu görüşe de katılıyorum. Yani ben düzeni bozulur, hasta olur vs. diye dışarı çıkmayayım, seyahat etmeyeyim şeklinde kendilerini kısıtlayanlar gibi düşünmüyorum. Çocuklarım her ortamda mutlu, huzurlu olsun isterim. Kim istemez ki? Bebeğin ilk doğduğu günler, henüz dünyaya geldiğini yeni yeni fark ederken elbette ki bir parça düzen şart. Ancak anne kucağı, anne kokusu her an ulaşılabilir olduktan sonra bir bebek için yerin, zamanın, şartların ne önemi olabilir ki? Yeter ki anne mutlu olsun. O zaman bebek de zaten mutlu olur. 
Velhasıl çocuklarımla evimizde oluşturduğumuz düzenimiz hem bana huzur veriyor hem de hep böyle sürecek bir düzen içimi sıkıyor. O yüzden iyisi mi hep bir düzenimiz olsun ancak bu düzenin bozulması bizi altüst etmesin. Yani aniden dışarı çıkmamız gerektiğinde dışarıya da hemen adapte olabilelim ama eve döndüğümüzde de kaldığımız yerden devam edelim.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

ASLINDA ONLAR ÇOK FARKLI

Hiçbir anne baba çocukları arasında bir fark gözetemez. Her biri sevgi bakımından eşittir. Hangisinin canı yansa eşit derecede onların da canı yanar. Gel gör ki, bizim gözümüzde birbirinden farksız, bizim için ayrılmaz olanlar canlarımız aslında iki farklı masalın kahramanları. Her birinin öyküsü kendinde gizli; adeta keşfedilmeyi bekleyen birer hazine. Dolayısıyla anne baba olarak onlara birbirlerinden farksız gözle bakarsak, çok yanılırız. Benim kızımın/oğlumun öyküsü ne acaba diye seyredalmalı; bu dünyaya geliş amaçlarını keşfetmeye koyulmalı. En önemlisi de amaçlarını gerçekleştirmelerine yardımcı olacak ortamı hazırlamalı ve yanlarında olmalı. 
Her birinin masalını güzelleştirmek de bizim boynumuzun borcu. Sanki hayata geliş amaçları kaçırılan çocuklar daha hırçın, daha huysuz oluyorlar. Çünkü kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayacak araçlardan yoksunlar. Bu yoksunluk da onları saldırganlığa itiyor; çünkü potansiyellerini dışavuramıyorlar. Kesin olan şu ki her insanın sahip olduğu kabiliyetler doğrultusunda yönlendirilmeleri daha sağlıklı bireyler dolayısıyla daha sağlıklı bir toplum meydana getirir.  Bununla birlikte, çocukların yeteneklerinin keşfi de anne babaya düşer. Yani anne ve baba bir anlamda da birer yetenek avcısıdır. 
Müziğe yeteneği olduğunu keşfettiğiniz çocuğunuzun bir enstrüman çalarken ne kadar mutlu olduğunu hayal edin. Bütün enerjisini sevdiği işine vermesi hem onu mutlu eder hem de huzurlu bir birey olur. Anne baba olarak onu dinlemek ve izlemek insana ne kadar mutluluk verir kim bilir? Ya da resim yapmaktan hoşlanan çocuğunuzun bütün gün boyalarla, kağıtlarla, kalemlerle dans ettiğini düşünün. Çocuğumun renklerle yaptığı bu dansla mutluluktan uçması bir anne olarak bana büyük bir haz verirdi sanırım. Öte yandan belki de bir spor dalına baş koyacaktır oğullarımdan biri diye düşünüyorum. O mutlu olacak diye biz de o antreman bu antreman koşturacağız bir sürü işin arasında. Ancak o koşarken, yüzerken, basketbol ya da futbol oynarken artık hangisini seçecekse öyle mutlu olacak ki bizim gözümüz de başka bir iş görmeyecektir. 
Bir yandan bu günleri yavaş yavaş, çocuklarımın kokularını içime çeke çeke geçmesini dilerken öte yandan onların yeteneklerini keşfetmek için de heyecanlanıyorum. Hayata geliş amaçlarını içten içe öyle merak ediyorum ki... Ve Onların sevdikleri şeyleri yaparken mutluluklarına ortak olmayı dört gözle bekliyorum. Şimdilik kabiliyetlerini keşif için araçları sağlamaya devam...

15 Mayıs 2016 Pazar

BENİM CÜMLELERİM VAR İÇİME SIĞDIRAMADIĞIM

Kimi zaman yorgun, uykusuz dolayısıyla da çokça kırgın anne halime eşlik eden cümlelerim olur benim; gecenin sessizliğinde ansızın zihnime uçuşan ve düğüm düğüm boğazımda biriken. Bir küçük kızı hatırlarım; uzun bir yoldan gelmiş, babaannesinin kucağında uyuyakalmış. Ansızın ve derinden gelen öyle huzurlu, öyle mutlu bir uyku ki bu küçük kız her hüzünlendiğinde, her kalbi kırıldığında yıllar geçse de o uykuya sığınır. Şimdi o uykudan uyansam da hepsi bir rüya olsa dediği türden bir öğle uykusu işte.
Sonra bir kış günü İstanbul akşama hazırlanırken, şehrin ışıkları bir bir yanıp da ışıl ışıl bir siluete bürünürken Karaköy ve çevresi, Eminönü'nden Üsküdar'a giden vapurun penceresinden bir İstanbul masalına eşlik eden gözlerinin önünde kendi masalının düşünü kuran genç kızı, cümlelerinde nasıl unutur bu taze anne?
Öte yandan, böyle anlara eşlik eden, bir zamanlar aylaklık edilen İstanbul'un sokaklarına dair cümlelerim de var benim; içinde Beyazıt'ın, Nuruosmaniye'nin, Kapalıçarşı'nın, Cağaloğlu'nun, Eminönü'nün, Beyoğlu'nun, Beşiktaş'ın ve Üsküdar'ın, Kadıköy'ün olduğu. Beylerbeyi'nden kalkan vapurun güvertesinde sabah ayazının insanın yüzüne yüzüne vurmasına rağmen içime çektiğim o Boğaz havası gibi içime çektiğim İstanbul'un en güzel semtlerinin en güzel sokaklarıdır yine benim en güzel ve hep özlediğim cümlelerim.
Bir de nadir bulunan sessizlik anlarıma eşlik eden yorgunluk kahvelerimin cümleleri var içime sığdıramadığım. Özneleri küçük adam ve sarı kafa olan dünyanın en güzel cümleleri belki de. Bir buçuk tane dişiyle ve kocaman gülümsemesi ile emekleye emekleye bana koşan dünyanın en güzel sarı kafasıdır cümlelerimin en tatlısı. Sonra pencerenin kenarında, koltukların üzerinde, kapı aralarında, kısacası ben nerede isem orada olan, oyuncak arabalarıyla kurduğu hayal dünyasının içinde yarım yamalak, kırık dökük ama yine dünyanın en güzel kelimeleri ile mırıl mırıl konuşan bir küçük adamdır benim en güzel cümlelerimin baş konuklarından biri. Uykusu geldiğinde kucağıma oturup, başını göğsüme dayayıp defalarca ''annem'' diyerek ona türlü sevgi sözcükleri ile karşılık vermemi bekleyen bir küçük adam işte.
Hayatımıza hep güzel cümlelerin eşlik etmesi dileğiyle..

12 Mayıs 2016 Perşembe

MUTLU FİLİN KİTAPÇISI

Çocuk edebiyatına merak saldığımdan beri çocuk kitapçısı arar oldum etrafımda. Raflarında kitapların olduğu, bir kaç masanın, kitapları incelerken bana eşlik edecek bir kahvenin ya da serinlemek için bir limonatanın, açlığımı geçiştirecek bir tostun yapıldığı kafesinin; çocukların vakit geçirebileceği bir kaç tahta oyuncağın bulunduğu, belki küçük bir bahçesinin olduğu sade bir kitapçıydı hayalim. İşte bugün Tarık'la ziyaret ettiğimiz mutlu filin kitapçısı tam olarak da böyle bir yerdi. En önemlisi rafları kitaplarla doluydu. Birbirinden farklı yayınevlerinin, birbirinden farklı tarzda kitabı. Neyse ki aradığımı bulmuştum. Ara sıra uğrayabileceğimiz bir kitapçımız da oldu böylece.
Çocuklarımın edinmesini istediğim alışkanlıkları beraberce yaşayarak, deneyimleyerek kazandırmaktır hep isteğim. Kitap okuma alışkanlığından bahsetmiyorum. Ayda bir iki kere çocuklarla yapılacak kitapçı ziyareti ile kitapları inceleme, aradığın bir kitabı soruşturma, yeni çıkan kitaplara bakma kısacası kitaplar dünyasında kaybolma fırsatı tanımalı diyorum çocuklara. Ayrıca benim tek başıma yaptığım, adeta nefes almama yardımcı olan kitapçı ziyaretlerinin bir de çocuklarım ile yaptığım kısmının keyfi kesinlikle bambaşka...
Neden kitap okusun istiyorum çocuklarım biliyor musunuz? Her şeyden önce, şimdilik, kimi maceralarla, kimi çok farklı hayvanları, mekanları vs. anlatan masallarla, kimi sadece iki küçük karakterin hikayesini konu eden kitaplarla çocuklarım dünyayı keşfetsinler istiyorum. Sonra çok ama çok zengin bir hayal güçleri olsun ki; ilerde büyüdüklerinde yapacak, üretecek bir sürü şey bulsunlar. En önemlisi de kendilerini ifade edecek bir sürü kelime biriktirsinler ki sahip oldukları o çok ama çok zengin hayal güçlerini kolaylıkla ve en güzel şekilde ortaya koyabilsinler. Ayrıca şimdiden kitapların harika dünyasına dalarlarsa büyüdükçe bu dünyadan hiç çıkmazlar ve her zaman sığınabilecekleri, her ihtiyaç duyduklarında yanı başında buldukları arkadaşları olacak. 
Velhasıl bugün uzun zamandır aradığımız "Aç Tırtıl" kitabını bulduk nihayet. Sonra Tarık ve Yavuz annelerine müze ziyaretlerinde, resim sergilerinde zevkle eşlik etsinler diye "Müze" kitabını aldık. Bakalım kitapta bir sanat galerisini gezen karakterimiz neler hissediyor, neler düşünüyormuş? Son günlerde epey popüler olan bir kitap da keşfettik ayrıca. "Uyumak İsteyen Tavşan" herkesi uyutmayı başarabiliyormuş. Umarım bizimkileri de kolayca uykuya daldırır. Son olarak benim en heyecanlandığım kitap Behiç Ak'ın "Doğumgünü Hediyesi". Bu kitabın yazıları yok. Dolayısıyla resimlere bakıp beraber oluşturacağız hikayemizi. Kim bilir böyle böyle oluşturduğumuz  bizim hikayelerimiz, masallarımız da bir gün raflarda yerini alır. 

10 Mayıs 2016 Salı

BİR KÜÇÜK ANI KUTUSU

Bir küçük anı kutumuz olsun istedim anılarımızı biriktirdiğimiz. Dönüp dönüp baktıkça hafızamızın bir köşesine attığımız anılarımızı tekrar gözlerimizin önüne getirmemizi sağlayacak. Hep aklında olan ama hep yapmayı ertelediğin için bir türlü gerçekleştiremediğin fikirlerin bir kıvılcıma ihtiyacı oluyor sanırım.
Bizim anı kutumuzun kıvılcımı da haftasonu katıldığımız çocuk maratonu oldu. Böylece anı kutusunda yerini alan ilk eşyalarımız da maratonda kazandığımız madalyalarımız oldu. Küçük şampiyonlarımın anneler günü hediyesi olarak bana verdikleri madalyalar da ileride hatırlayacağım ve geçirdiğim en güzel anneler gününden biri olarak hafızamda kalacak.
Çocuk Maratonu geçtiğimiz pazar günü Maltepe sahilinde yapıldı. Farklı yaş gruplarına göre kategorize edilen çocuklar kendi yaş grupları içinde koştular. İki oğlum da 0-3 yaş grubuna girdiği için biz de onlarla beraber koştuk. Hem koştuk, hem yürüdük, hem eğlendik, hem de emekledik. Bu etkinliğin bizim için en eğlenceli tarafı bitişe yaklaşırken Mehmet Yavuz'un emeklemesi idi. Bu tatlı dakikaları kameralar da görüntüye almak için yarıştılar. Yarış bitiminde de madalyalarımızı ve sertifikalarımızı aldık.

Çocuk şenliği benzeri bir ortamın yaşandığı çocuk maratonuna katılım ile çocukların spora özellikle bu maratonla atletizme olan ilgisini arttırabilir ya da çocuklar için ilgi uyandırabilir. Nasıl bir yerde koşulduğunu, başlangıç ve bitiş çizgilerini görmelerini, o heyecanı yaşamalarını sağlamaları adına her yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen bu etkinliğe katılmak isterim. Elbette her yıl bir önceki yılın eksikliklerinin giderilerek daha iyi organizasyonların yapılmasını da temenni ederim.

Şimdilik anı kutumuzun ilk eşyaları madalyalar ama bunun yanında ilk çorap, ilk emzik, ilk kitap, yaptığımız ilk resim belki sonra sağlık karnelerimiz de kutudaki yerlerini alırlar. Kutuyu güle güle, bir sürü güzel anıya şahitlik eden eşyalar ile doldurmak dileğiyle...

9 Mayıs 2016 Pazartesi

BİR DİL VAR ARAMIZDA KİMSENİN BİLMEDİĞİ

Çocuklarımın doğduklarından itibaren o kadar güzel anlarına şahit oldum ki hafızama kazınan. İlk bakışma, ilk gülüş, ilk emekleme, ilk diş, ilk yürümeye başladıkları an vs. Her anları çok özel ama bazıları hiç unutulmuyor. Sonra büyüdükçe, dünyayı öğrendikçe, bizleri taklit ettikçe içlerindeki hazineleri ortaya çıkarıyorlar. Her dönemin hazinesi farklı ve yaşanmaya değer. 
Bugünlerde büyük oğlumun bize sunduğu muhteşem hazine kırık dökük ama en harika kelimeler, yarım ama duymayı hep beklediğimiz cümleler.. Artık aramızda bir dil var kimsenin bilmediği. Bizi birbirimize daha da bağlayan bir dil. Herkesin kolayca anlayamadığı ortak bir şifre sistemi oluştu sanki ailemizde. Bu şifre üzerinden yapılan şakalaşmalar, gülüşmeler hatta atışmalar bizi birbirimize daha çok mu yakınlaştırdı yoksa? Umarım öyledir.
Küçük çocuklarla konuşurken anlatmaya çalıştıklarını anlamakta hep zorlanırdım. Ama anneleri hemen anlar ve cevap verirlerdi. Ben neden anlayamadığımı bilemez; çocuğun hiç de anlaşılır konuşmadığını düşünürdüm. Oysa önce anneler anlarmış çocuklarının dillerinden. Çünkü o kırık dökük kelimelerinin, yarım yamalak cümlelerinin arkasında ne hikayeler yatarmış. Anne anlatır anlatırmış, çocuk dinler dinlermiş; bir gün dökülüverirmiş cümleler ağzından ansızın çocuğun. Böylece birlikte okunan masalların, oynanan oyunların, kırda, bahçede, parkta bir küçük gezintinin, araba yolculuğunun vs. izlerini taşırmış hep o ilk kelimeler. 
Kimi kelimeler çok beklenir ya; çocuk ilk önce anne mi dedi, yoksa baba mı gibi tartışmalar olur. Sonra hiç beklemediğin, hem de zor olduğuna inandığın bir isim; eve yeni gelen minik kardeşin ismi bir bakarsın hiç düşmez abisinin ağzından. O minik kardeşe dair her lakap, her sevgi sözcüğü hop abisinin dilinde anında. O yüzden diyorum ya her kelimenin anısı, her cümlenin hikayesi kendinde gizli. Dolayısıyla ilk kelimeler, ilk cümleler hep duygu yüklü..
Ancak çocukları hep en güzel, en tatlı, en muhabbetli konuşmalara tanık ettirmeli ki, onların ağızlarından dökülen her kelime, her cümle de bal olsun. Babaannemin hep söylediği gibi tatlı dilli olmalı ki hayat güzel bir yolculuk olsun.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

BİR TEK ANNEM OLSUN BANA YETER...


Annelik ne kadar hazırlıklı olsan da ansızın başlayan ve bir ömür boyu bitmeyen bir yolculuk. Ben de annemin hiç bitmeyen annelik yolculuğunun öznelerinden biri iken anne oldum. Bir yandan birinin annelik yolculuğuna eşlik ederken öte yandan kendi annelik yolculuğumu karşıladım. Dolayısıyla annemi ben şimdi anladım. Annem hep veren, fedakarlık eden tarafta iken ben hep isteyen, daha çok isteyen taraftım. Ancak ben her ne kadar anne de olsam, bir annenin evladıydım. Çok şükür ki annem hayatta ve ne zaman ihtiyacım olsa yanımda olacağını biliyorum. Dolayısıyla öğrendim ki insanın annesinin hayatta olması ve hayata birlikte eşlik etmeleri, hayattaki üzüntüleri, sevinçleri birlikte paylaşmaları en büyük şükür sebebi. 
Gün gelmiş bir gün anne olmuşsun ama sen hala "ben de okula gideceğim" diye annenin eteklerinde dolaşan sonra okula başlayınca oturduğun sıranın penceresinden uzaklara dalıp annenin seni almaya gelmesini beklediğin küçük bir kızsın. Sonra kar yağınca okulların tatil edildiğini öğrendiğinde kardeşinle sevinçle eve dönüp annenle sobanın başında kahvaltı ettiğin o mutlu günü hiç unutmayan taze bir annesin. Çocuklarını her banyo yaptırdığında, annenin kardeşinle saçlarınızı ördüğü, üşümeyesiniz diye sizi sıkı sıkı giydirdiği o pazar akşamlarını hep hatırında tutansın aslında. Saatlerce sokakta oynadıktan sonra annenin seni kir pas içinde eve almadığı çocukluğun hep zihninde. Büyüdükçe ve gittiğin okul uzaklaştıkça da  uzaklaştığın her kilometrede annenden daha da uzaklaşmış olmanın verdiği hüznü hala kalbinde yaşayan ve annenin yanında olmanın verdiği güvenin hiçbir şeyle değişilemeyeceğini şimdilerde çok daha iyi anlayansın. Sonra annenin onaylamayacağı bir hareketi yaptığında içinde kopan fırtınaları bugün bile annene uymayan her davranışında kalbinde tekrar hissettiğinden aslında sen aynı zamanda bir evlatsın. Bir de zihninde hiç unutamadığın dersten çıkar çıkmaz annenin ikindi çayına yetişmeye çalışan o genç kız var. Şimdi her bunaldığında, gözlerinden akan yaşa eşlik eden o ikindi çaylarının hatırası..
Velhasıl, anneden önce sen bir annenin evladısın ve gözlerinin önünde hep annenden bir manzara..

5 Mayıs 2016 Perşembe

İKİ KÜÇÜK SÜS BALIĞI

Evimizde iki küçük balık yetmezmiş gibi gidip iki küçük balık daha aldım. Biri Ahmet Tarık'ın; biri de Mehmet Yavuz'un. İki küçük süs balığı evimizin bir köşesinde yerlerini aldılar bir küçük fanusun içinde. Gidip gelip bakıyoruz balıklarımız ne alemde diye. Onlar da ayrı bir alem işte..
Sonra çocuklar uyurken, gittim fanusun yanına, yaklaştırdım gözlerimi iyice cama. Birden bambaşka bir dünyanın kapısı aralanmasın; gözlerimin önüne serilmesin mi? 
Yemyeşil çimlerin üstünü süsleyen bin bir renkli çiçekler, papatyalar.. Hafif bir yükseltinin üzerine sere serpe serilmiş koca bir ağaç. Dallarını öyle bir sarkıtmış ki pırıl pırıl güneşin altında bir muhteşem gölgelik. Gölgeliğin altında iki küçük çocuk koşturuyor. Bir o yana bir bu yana koşup koşup geliyorlar sırtını ağaca yaslamış kitap okuyan annelerinin yanına. Anne ise önce birinin yanağına öpücük konduruyor, sonra diğerinin. Kuşların cıvıltısı, otların hışırtısı bir de rüzgarın huzur veren uğultusu eşlik ederken bu manzaraya gün ilerliyor yavaşça. Rüzgarın daha edalı estiği, uzun uzun otların bir o yana bir bu yana tembel tembel devrildiği, güneşin ilerleyişinin an be an takip edilebildiği, zamanın yavaş yavaş aktığı bir yer burası. Her şeyin bu kadar yavaş olmasına rağmen koşturası geliyor insanın o tepeden bu tepeye.. Zaten bir süre sonra anne alıyor çocuklarını arkasına kayboluyorlar upuzun otların arasında. Sonra bir çıkıyorlar ki anne olmuş papatya prensesi. Papatyadan tacı yanında iki küçük prensi ile bir masala tanıklık ettiriyorlar adeta fanusa yapışmış gözlerimi. Koşuyorlar, koşuyorlar karşıdaki tepeye; açıyorlar kollarını esen rüzgara bırakıyorlar seslerini. Onlar hafifliyor, ben hafifliyorum. Bir fanusun camından iki küçük süs balığına bakarken gözlerimin önüne serilen bu güzel manzara ile sakinleşiyorum, dinleniyorum. Ben de zaten o iki küçük süs balığını hem Ahmet Tarık'a hem Mehmet Yavuz'a hem de benim hayallerime eşlik etsin diye almıştım.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

BİR KURABİYE PİŞER KOMŞUYA DA DÜŞER

Hafif bir grip, çokça uykusuzluk, uykusuzluğun verdiği pek bir bunaltılı gecenin ardından güneş yine de doğuyor işte. Uykusuzluğun bana dedirttiklerini, güneş doğup da sabah olunca hatırladığımda nasıl da utanıyorum bir bilseniz? Doğan güneşe bile kızıyorum niye doğuyor diye. Sanki diş çıkaran benmişim gibi Mehmet Yavuz'un isyanını yaşıyorum içimde adeta. Ama gün yine de umut dolu olarak doğuyor işte. Gecenin kasvetinin yerini bir sevinç alıyor bir şekilde. Ajandama aldığım notlar yorgun da olsan hayata geçirilmeyi bekliyor. Aslına bakarsanız iyi ki bekliyor. Yoksa sürüklenirsin oradan oraya. Hiç sevmediğim bu ruh hali yakalamasın beni diye bir an önce girelim dedim mutfağa Ahmet Tarık'a.
Bu sabah için çikolata parçacıklı kurabiye yapılacak notu düşmüşüm ajandamın ilgili kısmına. En sevdiğim, en tatlı tarifler için baktım damyskitchen'ın web sitesine. Sonra koyulduk kurabiyelerimizi yapmaya. Ben malzemeleri hazırladım; Tarık'la beraber yoğurduk ve şekil verdik. Sonra da beklemece fırının başında.. Bu çok kısa sürede pişen kurabiyeyi heyecanla bekledik. Böylece on dakika gibi kısa bir sürede bir kurabiyenin de pişeceğini keşfetmiş olduk. Aynı zamanda tavsiye edildiği üzere sonrasında bir bardak süt eşlik etti kurabiyemizin yanına. Ne de güzel oldu: süt ve kurabiye çok yakıştı. 
Bir de bu aralar yeni komşular geliyor apartmanımıza art arda. Dolayısıyla yeni komşular da yeni heyecanlar oldu benim için. Kurabiye tanışmak için bir vesile. Kimbilir diyorsun çok uzun yıllar sürecek bir dostluğun başlangıcıdır bu. O yüzden kaçırmamak gerek bu fırsatı. Çünkü insan biriktirmek hiçbir maddi birikimin yerini alamaz. İnsan yaş aldıkça daha iyi anlıyor dostlukların, akrabalıkların değerini. O yüzden de önce elinden tutmak gerek arkadaşlıkların. Emek vermek gerek; kaybetmemek için ilişkilerini. Onca koşuşturmanın, hayat telaşının arasında zaman harcamazsa insan sevdiklerine ne anlamı olur ki tek başına yaşamanın? Siz deyin buna içini dökme; ben diyeyim hayata not düşme.
Kalın sağlıcakla,

2 Mayıs 2016 Pazartesi

BİRAZ UYKU LÜTFEN

Annelik öyle bir serüvenmiş ki, bu yolda öğrendiklerin hiç bitmezmiş. Hani büyükler hep der ya "bunlar iyi günlerin bir büyüsünler de sen o zaman gör" diye. Bu sözün haklılık payı olmakla beraber bırakın düşünmeyelim büyüdüklerini.. Zaman tutulamayacak kadar hızla akarken çocuklarımızın bebekliklerini, çocukluklarını enselerinden öpüp içimize çekelim zaten. Bu cümle şöyle bir kenarda dursun. Beni asıl yoran, bu bebeklikler, çocukluklar bazen öyle şaşırtmacalı oluyor ki insanın nevri dönüyor. Bir çocuğun bir ayı bir ayını tutmazken, ikinci çocuk birinci çocuğa hiç benzemiyor. Sana kitabı tersten okutuyor adeta.
Bir zamanlar "geceleri nasıl, uyuyor mu?" sorusuna aman nazar değmesin diye, gözlerini kaçırarak "eh işte kalkıyor üç, dört kere" derken, o günlerin acısını çıkartırcasına bugün ne üç, dört keresi her yarım saatte bir uyanır oluyorsun. Yani ilk çocuğunla geçirdiğin o saadetli dolu günler, sabah beraber kalkıp yatakta keyif yapmalar filan ikinci çocukla sinir harbine dönüşüverebiliyor. Elbette insan o sıcak dakikaların ardından uykuya daldıklarında çocuklarının sağlıklarına bin şükrediyor. Ancak uykusuz günler de bir süre bitmiyor, bitmeyecek görünüyor. 
Her bireyin farklı, eşsiz olduğunu biliriz. Ama iş kardeşlere gelince onları nedense birbirinden ayırt edemeyiz. Elbette fiziksel olarak benzeyebilirler. Ancak ortada iki farklı birey vardır ve bu doğdukları andan itibaren geçerlidir. İkinci oğlum Mehmet'i ilk muayenesine götürdüğümde  taze olan bilgilerimi de vurgulamak istercesine doktoruna hep ilk oğlumla ilgili tecrübelerimi aktarmaya heveslendim. Ancak doktorumuz hemen beni durdurdu "her birey farklıdır", dedi. O günden sonra da hep bu farklılıkları tecrübe etmeye başladım. Uyku düzenleri, yeme düzenleri, evde mi yoksa dışarıda mı daha mutlu oldukları vs. konularında farklılıklarını keşfederek öğrenmeye başladım. Öte yandan, biri on birinci ayında diş çıkarırken, diğerinin sekizinci ayında dişini çıkarması yine de beni şaşırttı. Demek ki öğrendiklerimizi, yaşadıklarımızı nasıl hemen de kabullenip, ona göre beklenti içine giriyoruz. Bununla birlikte,ilk çocuk da çok beklediğimiz bir an- emeklemek, yürümek gibi- ikinci çocukta ansızın gözlerimizin önünde yaşanınca mutluluktan uçabiliyoruz. O yüzden farklılıkların hep bir sürpriz gibi ortaya çıktığı ve sizi mutluluktan uçurduğu bir annelik serüveni yaşamanız dileğiyle..

1 Mayıs 2016 Pazar

BİSİKLET MEDENİYETTİR!

Bisikleti kim sevmez ki? Bisiklet deyince çoğu insanın yüzüne kocaman bir tebessüm yayılır. Kimine göre bisiklet özgürlüğün tadını çıkardığı bir spordur; kimine göre çocukluğudur; kimine göre de en rahat, en temiz, vazgeçilmez bir ulaşım aracıdır. Maalesef bisiklet ülkemizde çok da yaygın olarak kullanılan bir araç değil. İstanbul'u düşündüğümde özellikle Boğaziçi'nde bisiklet kullanımına elverişli bir coğrafyanın olmadığının farkındayım. Ancak İstanbul'un çevresinde kurulan yeni yerleşim bölgelerinin bisiklet kullanımı çok da elverişli olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, trafik düzeninin sadece taşıtlar öngörülerek planlandığı, bırakın bisiklet sürücülerini, yayaların bile hesaba katılmadığı ülkemizde insanların bisikleti iş yerlerine, okullarına vs. giderken kullanması hiç de kolay olmasa gerek. 
Oysa bisiklet denince akla gelen ilk şehir olan Amsterdam'ı düşünün: şehir adeta bisiklet ile bütünleşmiş durumda, bisiklet ile anılır olmuş. Yani bisiklet kullanımının bu derece yaygın olduğu bir şehirde trafik de eminim bisiklete göre akıyordur. Kendi deneyimlerimden yola çıkarsam Almanya'da yaşadığım kısa bir süre zarfında bisiklet kullanmaya çok özenmiştim. Oradaki bisiklet yollarına gösterilen hassasiyet, bisiklet kullanımının birtakım kuralları vs. hiç alışık olmadığım bir düzende altında kalkamayacağım bir hissi uyandırdı bende. Çünkü bisiklet medeniyettir; kültürdür. Yani bir düzenin parçası olması hasebiyle daha önce böyle bir düzende yaşamayanlar için denemesi hiç kolay değildir.
Bir de bisikletin romantik, nostaljik bir yanı vardır benim de en sevdiğim. Mesela insan sahip olduğu ilk bisikleti unutur mu hiç? Sonra bisiklet kullanmayı öğrenirken geçirdiği kazaları.. Bence unutmaz. Bununla birlikte, kimimizin çocukken hayallerini süsleyen bisikletler vardır. Mağazanın vitrininde sergilenen bisiklete bakıp bakıp iç geçirilen.. Büyüyünce o bisikleti düşündüğümüzde yine de içimizden kötü şeyler geçirmediğimiz; sahip olamadığımız için hırslanmadığımız... Çünkü insanın çocuk kalbi sahip olamadıklarına karşı nefretle değil de; daha masumca bir tavır takınıyor. Dolayısıyla büyüyünce de gözleri ışıl ışıl olarak, hasretle anıyor o bisikleti de, o günleri de.
Ahmet Tarık bugün ilk bisikletine kavuşacak. Ancak eminim herhangi bir eşya gibi mağazadan gidip alınandan çok farklı bir anısı olacak zihninde yıllar sonra. Çünkü alınan herhangi eşyadan çok farklı: bisiklet. Bir de bu anın eşlik edenleri ile özel bir anlam kazanması çok daha değerli benim için. O yüzden, yıllar sonra Ahmet Tarık'a ilk bisikletini almaya deden ve anneannenle gitmiştin diyebilecek olmak şimdiden mutlu ediyor beni.  
Şu an bilmediğim, Ahmet Tarık'ın ilk bisikletine sahip olduğu anların detaylarını yıllar sonra kendisinden dinlemek dileğiyle...

30 Nisan 2016 Cumartesi

AĞVA: YEŞİL KAÇAMAK

Bir cumartesi günü nereye gitsek diye düşünürken birden aklıma Ağva geldi. Kendimi Göksu Nehri'nin kenarında yemyeşil çimlerin üstünde ve ağaçların altında çocuklarla yuvarlanırken ya da bir hamakta sallanırken hayal ettim. Acaba Ağva'ya mı gitsek? Derken kahvaltımızı yapar yapmaz yola koyulduk.
Ağva Şile'den 30 km daha ileride yer alan, yine Karadeniz kıyısında bulunan bir belde. Dolayısıyla Ağva'ya giderken Şile yolunu takip edip, Şile'den sonra 30 km daha gidiyorsunuz. Biz de bu şekilde ilerlerken Teke Köyü'nde yolun ikiye ayrıldığını gördük: Ağva ve Ağva (Sahil yolu) olarak. Ağva yolunu takip etmeye karar verdik. Oldukça virajlı olan bu yol bizi biraz zorladı açıkçası. Özellikle çocuklarla biraz daha zor olabilir. Neyse ki bizim çocuklar uyudu da bir sorun yaşamadık. 
Bununla birlikte, zahmetsiz ekmek olmaz misali zahmetin yanında çok da güzelliklere şahit olduk. Yol boyunca yeşilin tonlarıyla içimiz açıldı. Bazen adeta yeşilden bir tünelden geçiyormuş hissine kapıldım. Yeşilin sakinleştiriciliği de ruhumuzu iyi gelmiş olmalı: sanki yeşil bir kaçamak yaşıyorduk.
Ağva'ya vardığımızda masmavi ve tertemiz bir denizle karşılaştık. Sanırım bahar mevsiminin ve havanın rüzgarlı olması da manzaranın bu denli güzel olmasına yardım etti. Sonra kumsalın sakinliğini izleyerek fenere yürüdük. Etrafta bir sürü köpek vardı. Sanki buranın köpekleri bile bir dingin, huzurlu geldi bana.


Ağva'nın deniz ile nehrin birleşme noktası olması onu çekici kılan özelliklerden biri olmalı. Çünkü denizden içerlere doğru bakıldığında nehir ve ona eşlik eden yeşilliğin nereye çıktığını merak ediyor insan. İşte biz de bunu merak ettiğimizden nehir üzerinde yapılan tekne turlarına katılmaya karar verdik.Sazlıklar arasında tekne turu yaparken kendimi çok farklı coğrafyalarda hissettim. Güzel bir deneyimdi. Ayrıca nehrin yeşil rengi de harika.
Yemek için nehir kenarında kurulan işletmeleri tercih etmeye karar verdik. Şengül Çiftliği'ne gittik. Konumu çok güzeldi; burada balık yemek çok keyifli olabilirdi ancak çok kalabalık bir gün geçirmeleri mutfaklarını kitlemiş. Dolayısıyla bir saatten önce yemek servisi yapamayacaklarını söylediler. Başka bir işletme de rezervasyonsuz kabul etmedi. Sanırım haftasonu özellikle bahar ve yaz aylarında nehir kenarındaki işletmelerde yemek yemek çok da keyifli olmayabilir. 
Bir ya da iki gün Ağva'da konaklamanın insanı dinlendirebileceğini düşünüyorum. Gerçekten huzurlu bir kaçış noktası olabilir. Sürpriz bir doğum günü hediyesi olarak sunulabilir. Neden olmasın?

29 Nisan 2016 Cuma

TEKNOLOJİ SİZDEN UZAK OLSUN

Teknolojiden ne kadar uzak durabiliriz ki? Evimiz, iş yerimiz, okulumuz hatta sokağımız bile teknolojiyle donatılmış durumda. Hayatımızı oldukça kolaylaştıran teknolojiden de artık uzak durmamız mümkün değil. Çünkü yaşamlarımızın teknolojiyle aktığı bir çağı yaşıyoruz. Dolayısıyla bulaşık makinenizi, çamaşır makinenizi evlerinizden; işinizin önemli parçası olan teknolojik aletleri iş yerinizden atmanız mümkün değil.
Ancak günün bir kısmında telefonlarınızı bir kenara koyup hem bedenlerinizi hem de ruhunuzu dinlendirebilirsiniz. Telefonun bağımlılık derecesinde hayatımızda olduğunu adeta mütemmim cüz gibi bedenin ayrılmaz bir parçası olarak ellerden düşmemesi bazen ruhuma acayip bir baskı yapıyor; beni boğuyor. Keşke diyorum: insanlar evlerine girerken kapının yanında bir telefon kutusu olsa da telefonlarını oraya atsalar ve ertesi gün evden çıkıncaya kadar ellerine almasalar. Böyle bir kural koymaya önce kendi evimden başlasam hiç fena olmaz elbette..Henüz evimde böyle bir kural koymasam da özellikle çocukların yanında telefonu elime almamaya özen gösteriyorum. Çünkü onların elimde telefon yerine, kitap görmesini tercih ederim. Çocuklarımın hayatları boyunca kitaplarla haşır neşir olmasını istiyorsam; ilk önce bol kitaplı ve bol kitap okunan bir evde yetişmelerini sağlamam gerekli. Aksi takdirde, onlardan kitap okumalarını beklemem gerçekten hiç mantıklı olmayacaktır. 
Ayrıca çocuklarla her yaşadığımız kriz anında teknolojiye başvurulduğuna şahit oluyorum. İtiraf ediyorum ki bunu ben de yapıyordum. Ancak teknolojiye başvurmayı artık çok sınırlı zamanlara hapsedebildim. Çok şükür ki televizyonun hiç izlenmediği bir evde yaşıyoruz. O yüzden çocukların da televizyon izleme alışkanlıkları yok. 
Ancak söz konusu çocuğa yemek yedirmek olunca ya da masa kurulup hep beraber sofraya oturunca huzurlu bir yemek adına hemen bir video açıp çocukların eline veriyoruz. Ne kadar ayıp huzuru o küçücük ekrana sıkıştırılan videolarda bulmak..
Öncelikle oğullarımı yemek yemeği reddediyorsa, yemek yedirmeyi kesiyorum. Dolayısıyla videoya, çizgi filme filan ihtiyacım olmuyor. Kendim huzurlu bir yemek istiyorsam da çekiyorum pencerenin kenarına bir sandalye; kuşları, uçakları, kedileri, köpekleri, insanları izlemesini telkin ederek hem konuşuyoruz hem de keyifle yemeğimi yiyorum. Eğer hayatımızda sakinlik, dinginlik, yavaşlık; huzur istiyorsak önce çok hareketli görüntülerden yani videolardan, kliplerden, filmlerden uzak durmalıyız. Onun yerine kendimizi kitap okumanın yavaşlığına bırakmalıyız belki de.
Öte yandan, gündemi takip etmek, nerede ne var, neler olmuş gibi kaçırmak istemediğim, dünyanın döndüğü, hayatın yaşandığı bir gerçek var. Dolayısıyla sosyal medyadan kendimi çok da fazla uzak tutamıyorum. Çocuklar uyumuşsa, yapılması gerekenler yapılmışsa, bir göz atıyorum ne var ne yok diye. Bir de zaten teknoloji bana ilham veriyor. Öyle ki gördüğümü, okuduğumu sonra bir şekilde hayata geçiriyorum. Kaydediyorum, not alıyorum; bu da varmış, burası da gidilip görülmeli, şu kitaplar okunmalı, bu kumaştan çok güzel etek olur vs. Dolayısıyla ben sosyal medyanın beni geliştirmesine izin veriyorum. 
Ama yine de siz siz olun teknolojiye ne çok yakın ne çok uzak olun. Teknolojiyle aranızdaki mesafeyi korumanız dileğiyle..