30 Mayıs 2016 Pazartesi

BİZ BÖYLE İYİ MİYİZ?

Hayat su gibi akıp giderken, insan hızla yaş alırken zamanın bu acımasızca akışına ne dur denebiliyor ne de bu hızlı akışın çoğu zaman farkına varılabiliyor. Sonra insan gençken zaman hızlı aksın istiyor zaten. O zaman hayaller bir an önce yetişilmesi, varılması gereken hedefler olarak görülüyor. Varılınca her şeyin istikrarlı olacağı, zamanın o anda duracağı, ütopik bir dünya hayali zihinleri süslerken, koştura koştura yaşanıyor gençlik günleri. Sonra zaman geçip de yaş kemale erdiğinde sindire sindire yaşayamadığın o gençlik günlerini buğulu gözlerle izler oluyorsun gözlerinin neminde. Hiç olmazsa bugünlerim içime sinsin diye çabalarken bu sefer tek başına olmadığını anlayınca bir telaş sarıyor birden. Çoğalmışsın; çoğaldıkça da sorumlulukların artmış. Ya ben? Benim hayallerim.. Onlar şimdi ulaşılması imkansız, ikinci plana atılmış hayat gayeleri olmamalı değil mi? Hem ben ben olmadıktan sonra nasıl anne olurum ki? O yüzden önce ben derken aklım da gönlüm de aslında yine çocuklara en mutlu en anne olmak için tüm bu çaba.
Velhasıl son günlerde hem hayallerimle hem de sorumluluklarımla nasıl yaşarım diye düşünürken, etrafta bir mutlu ben, bir de mutlu çocuklar görmeyi hayal ederken buluyorum kendimi. Sonra bağda bahçede, evde oynayan iki mutlu çocuk ve yanı başlarında yazan, okuyan bir mutlu anne görünce işte bu diyorum. Yazar mutlu anne, oynayan mutlu çocuklar.. Hayallerim bundan ibaret.. Düşünecek, tasalanacak çok da bir şey yok aslında. Sadece yazmak, beklentisiz.. Zaten mutlu olmak da beklentisiz olmayı gerektirmez mi?
Sonra gençlik hayalleri de insanın kendini tanımadan kurduğu rüyalarmış. İnsanın kendini
tanıması da en zaman alanmış. Meğer ne kadar da değerliymiş. İnsan kendini tanımadan, dolayısıyla mutlu olduğu işi yapmadan geçirdiği ömrü adeta zayi oluyormuş. O yüzden biz böyle iyiyiz hem de çok..

27 Mayıs 2016 Cuma

KIRMIZI PAPYONLU KARINCA

Ah canım kırmızı papyonlu karınca. Yapayanlız kalmıştı şu koca şehirde. Ne bir arkadaşı vardı ne de bir tanıdığı. Üstelik nerede olduğunu bile bilmiyordu. Arkadaşı Sarı Benekli’ye uyup nasıl da girivermişti o kırmızı pabucun içine? İşte şimdi bilmediği bir şehirdeydi. Üstelik ışıl ışıl bu şehir, onun geldiği yerlerden ne kadar da farklıydı. Kendini öyle yorgun, öyle bitkin hissediyordu ki o kırmızı pabucun içinde bir o yana bir bu yana gitmekten sersem gibi olmuştu. Üstelik çok da acıkmıştı. Önce yiyecek bir şeyler bulsam iyi olur diye düşündü. Ama adım atacak hali yoktu. O yüzden kırmızı pabuçlu kadının geldiği otel odasında bir köşeye kıvrılıp uyumaya karar verdi.
Ertesi sabah kırmızı papyonlu karınca uyandığında güneş perdelerin arasından odayı aydınlatıyordu. Kırmızı papyonlu karınca bir an önce dışarı çıkıp şehri keşfetmek istiyordu. Ancak önce karnını doyurması gerekiyordu. Kapının altından yavaşça çıkıp, merdivenlerden aşağı indiğinde Pera Palas Oteli tabelası ile karşılaştı. Bu kaldığı otelin adıydı ve bir meydana bakıyordu. Kırmızı papyonlu karınca otelin merdivenlerinde meydanı izlemeye koyuldu. Sonra insanların daha çok sol tarafa ilerlediğini görünce o da bu tarafa doğru yöneldi. Yüksek, tarihi binaların arasından, dar bir sokaktan geçti. Geniş bir meydana açılan bu dar sokaktan geçince karşına çıkan geniş caddenin üzerinden geçen kırmızı nostaljik tramvayın sesiyle irkildi önce ve ardından geri çekildi. Sonra bu nostaljik tramvayın güzelliğine dalıp daha önce hiç böylesi bir araç görmediğini düşündü. Acaba geldiği bu şehirde daha neler bekliyordu onu?
Karnın açlığını fark etti tekrar. Etraftan bir sürü yiyecek kokusu geliyordu. Özellikle vakit sabah olunca fırından yeni çıkmış ekmek, poğaça, açma, börek kokuları geliyordu burnuna. Kafasını kaldırıp şöyle etrafa bakınca bir sürü kafe olduğunu fark etti çevresinde. Bu kafelerden bir tanesine giderse insanların yere düşürdüğü kırıntılarla kesinlikle doyacağını düşündü. Gözüne kestirdiği ilk kafeye girdi. Hemen girişteki masada oturan çiftin yedikleri poğaçadan düşürdükleri kırıntılarla bir güzel karnını doyurdu. Tekrar caddeye döndüğünde daha önce hiç görmediği bir kalabalıkla karşılaştı. İnsanlar akın akın cadde boyunca yürüyorlardı. Vakit ilerledikçe işine yetişmeye çalışan insanlar kırmızı papyonlu karıncanın işini daha da zorlaştırıyordu. Caddenin karşı tarafına geçmek için epey uğraşan kırmızı papyonlu karınca nihayet kendini yemyeşil çimlerin, asırlık ağaçların arasında bir bahçeye atıverdi. Bahçede biraz yürüyüş yapan kırmızı papyonlu karınca için bu bahçe dışarıdaki kalabalığın ortasında tıpkı bir çöldeki vaha gibi geldi. İleride büyük bir bina vardı. Üzerinde Galatasaray Lisesi yazıyordu. Buranın bir okul olduğunu anlaması ile okul zilinin çalması bir oldu. Bir öğrenci istilasına yakalanmamak için hızlıca lisenin yüksek duvarını tırmanmaya başladı. Duvarın öbür tarafına geçtiğinde bir yokuşun başındaydı. Sıra sıra binaların dizildiği bu dar yokuştan aşağı inmeye koyuldu. Nefes nefese kalmıştı. Biraz soluklanmaya karar verdi. Kafasını kaldırdığında gördüğü muhteşem manzarayla adeta büyülendi. Şimdi de nefesini kesen karşılaştığı bu manzaraydı. Ben nasıl bir şehre geldim diye düşündü. Yokuş aşağı inerken çevresinde gördüğü binalar daha önce hiç karşılaşmadığı güzellikteydi. Denize kadar ilerledi. Çok yorulmuştu. Ancak bir süre sonra deniz kıyısından şehri izlemenin onu nasıl da dinlendirdiğine şaşırdı. Ne acayip bir şehir diye düşündü kırmızı papyonlu karınca hem yoran hem de dinlendiren...

25 Mayıs 2016 Çarşamba

HER ÇOCUK DÜZEN Mİ SEVER?

Çocuklu hayatın beni en çok korkutan tarafı belki de evimde oluşturmam gereken düzendi. Benim gibi her canı sıkıldığında ya da canı istediğinde dışarı çıkmaya alışkın biri için nasıl olacaktı bu? Zaten eve kapanma korkusu lohusalığın başlıca kaygısıydı benim için. Ancak bebeğimle de istediğime yere gidebileceğimi, seyahat edebileceğimi görünce bu kaygımı çabucak atlattım. Her iki oğlumla da daha onlar bir aylık iken seyahat etmiştim. Görenler bir gezgin yetiştiriyorsunuz sanırım demişti. Bu seyahatler doğumdan sonra benim psikolojik olarak iyileşmem için şarttı adeta. Ayrıca çocuklar büyüyünce, şimdi daha iyi anlıyorum ki çocuklu hayatın en kolay, en rahat yolculuklarıymış meğer bu dönemlerde yaptığımız yolculuklar. Ancak şu da bir gerçek ki kimisinin fıtratı harekete, sürekli yer değiştirmeye yatkınken, kimisinin fıtratı da durağanlığa, yerleşikliğe yatkın olabilir. Bana kalsa, yerleşikliğe sonradan geçen insanoğlunun genlerinde yer alan göçebelik ile yerleşiklik hep bir arada olmalı. Ne tam yerleşik ne de tam göçebe. İşte ruhunda göçebelik olanlar daha bebekken belli oluyor. Onlar için evde olmanın, arabada olmanın, dışarıda olmanın bir farkı olmuyor. Ancak kimi bebekler evde kurulan düzeni öylesine seviyorlar ki uyku saatleri, yemek saatleri belli olup her ihtiyaçları evde sağlanınca bir huzurlu, bir mutlu oluyorlar ki bir yandan da anne yüreği dayanmıyor onların ruhundaki bu sekine halini bozmaya.
Öte yandan düzen seven çocuk ile düzene pek aldırış etmeyen çocuk örnekleri evimizde mevcut olup her ikisine göre ayak uydurmak da her zor iş gibi anne kişisine düşünce heyyt ben ne dersem o olur modunda da yaşayabiliyorsunuz. Ya da düzen seven çocuğu evde bırakıp diğeri ile maceralara atılabiliyorsunuz. 
Bir de "baştan nasıl alışırlarsa öyle giderler" görüşü var ki bu görüşe de katılıyorum. Yani ben düzeni bozulur, hasta olur vs. diye dışarı çıkmayayım, seyahat etmeyeyim şeklinde kendilerini kısıtlayanlar gibi düşünmüyorum. Çocuklarım her ortamda mutlu, huzurlu olsun isterim. Kim istemez ki? Bebeğin ilk doğduğu günler, henüz dünyaya geldiğini yeni yeni fark ederken elbette ki bir parça düzen şart. Ancak anne kucağı, anne kokusu her an ulaşılabilir olduktan sonra bir bebek için yerin, zamanın, şartların ne önemi olabilir ki? Yeter ki anne mutlu olsun. O zaman bebek de zaten mutlu olur. 
Velhasıl çocuklarımla evimizde oluşturduğumuz düzenimiz hem bana huzur veriyor hem de hep böyle sürecek bir düzen içimi sıkıyor. O yüzden iyisi mi hep bir düzenimiz olsun ancak bu düzenin bozulması bizi altüst etmesin. Yani aniden dışarı çıkmamız gerektiğinde dışarıya da hemen adapte olabilelim ama eve döndüğümüzde de kaldığımız yerden devam edelim.

23 Mayıs 2016 Pazartesi

ASLINDA ONLAR ÇOK FARKLI

Hiçbir anne baba çocukları arasında bir fark gözetemez. Her biri sevgi bakımından eşittir. Hangisinin canı yansa eşit derecede onların da canı yanar. Gel gör ki, bizim gözümüzde birbirinden farksız, bizim için ayrılmaz olanlar canlarımız aslında iki farklı masalın kahramanları. Her birinin öyküsü kendinde gizli; adeta keşfedilmeyi bekleyen birer hazine. Dolayısıyla anne baba olarak onlara birbirlerinden farksız gözle bakarsak, çok yanılırız. Benim kızımın/oğlumun öyküsü ne acaba diye seyredalmalı; bu dünyaya geliş amaçlarını keşfetmeye koyulmalı. En önemlisi de amaçlarını gerçekleştirmelerine yardımcı olacak ortamı hazırlamalı ve yanlarında olmalı. 
Her birinin masalını güzelleştirmek de bizim boynumuzun borcu. Sanki hayata geliş amaçları kaçırılan çocuklar daha hırçın, daha huysuz oluyorlar. Çünkü kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayacak araçlardan yoksunlar. Bu yoksunluk da onları saldırganlığa itiyor; çünkü potansiyellerini dışavuramıyorlar. Kesin olan şu ki her insanın sahip olduğu kabiliyetler doğrultusunda yönlendirilmeleri daha sağlıklı bireyler dolayısıyla daha sağlıklı bir toplum meydana getirir.  Bununla birlikte, çocukların yeteneklerinin keşfi de anne babaya düşer. Yani anne ve baba bir anlamda da birer yetenek avcısıdır. 
Müziğe yeteneği olduğunu keşfettiğiniz çocuğunuzun bir enstrüman çalarken ne kadar mutlu olduğunu hayal edin. Bütün enerjisini sevdiği işine vermesi hem onu mutlu eder hem de huzurlu bir birey olur. Anne baba olarak onu dinlemek ve izlemek insana ne kadar mutluluk verir kim bilir? Ya da resim yapmaktan hoşlanan çocuğunuzun bütün gün boyalarla, kağıtlarla, kalemlerle dans ettiğini düşünün. Çocuğumun renklerle yaptığı bu dansla mutluluktan uçması bir anne olarak bana büyük bir haz verirdi sanırım. Öte yandan belki de bir spor dalına baş koyacaktır oğullarımdan biri diye düşünüyorum. O mutlu olacak diye biz de o antreman bu antreman koşturacağız bir sürü işin arasında. Ancak o koşarken, yüzerken, basketbol ya da futbol oynarken artık hangisini seçecekse öyle mutlu olacak ki bizim gözümüz de başka bir iş görmeyecektir. 
Bir yandan bu günleri yavaş yavaş, çocuklarımın kokularını içime çeke çeke geçmesini dilerken öte yandan onların yeteneklerini keşfetmek için de heyecanlanıyorum. Hayata geliş amaçlarını içten içe öyle merak ediyorum ki... Ve Onların sevdikleri şeyleri yaparken mutluluklarına ortak olmayı dört gözle bekliyorum. Şimdilik kabiliyetlerini keşif için araçları sağlamaya devam...

15 Mayıs 2016 Pazar

BENİM CÜMLELERİM VAR İÇİME SIĞDIRAMADIĞIM

Kimi zaman yorgun, uykusuz dolayısıyla da çokça kırgın anne halime eşlik eden cümlelerim olur benim; gecenin sessizliğinde ansızın zihnime uçuşan ve düğüm düğüm boğazımda biriken. Bir küçük kızı hatırlarım; uzun bir yoldan gelmiş, babaannesinin kucağında uyuyakalmış. Ansızın ve derinden gelen öyle huzurlu, öyle mutlu bir uyku ki bu küçük kız her hüzünlendiğinde, her kalbi kırıldığında yıllar geçse de o uykuya sığınır. Şimdi o uykudan uyansam da hepsi bir rüya olsa dediği türden bir öğle uykusu işte.
Sonra bir kış günü İstanbul akşama hazırlanırken, şehrin ışıkları bir bir yanıp da ışıl ışıl bir siluete bürünürken Karaköy ve çevresi, Eminönü'nden Üsküdar'a giden vapurun penceresinden bir İstanbul masalına eşlik eden gözlerinin önünde kendi masalının düşünü kuran genç kızı, cümlelerinde nasıl unutur bu taze anne?
Öte yandan, böyle anlara eşlik eden, bir zamanlar aylaklık edilen İstanbul'un sokaklarına dair cümlelerim de var benim; içinde Beyazıt'ın, Nuruosmaniye'nin, Kapalıçarşı'nın, Cağaloğlu'nun, Eminönü'nün, Beyoğlu'nun, Beşiktaş'ın ve Üsküdar'ın, Kadıköy'ün olduğu. Beylerbeyi'nden kalkan vapurun güvertesinde sabah ayazının insanın yüzüne yüzüne vurmasına rağmen içime çektiğim o Boğaz havası gibi içime çektiğim İstanbul'un en güzel semtlerinin en güzel sokaklarıdır yine benim en güzel ve hep özlediğim cümlelerim.
Bir de nadir bulunan sessizlik anlarıma eşlik eden yorgunluk kahvelerimin cümleleri var içime sığdıramadığım. Özneleri küçük adam ve sarı kafa olan dünyanın en güzel cümleleri belki de. Bir buçuk tane dişiyle ve kocaman gülümsemesi ile emekleye emekleye bana koşan dünyanın en güzel sarı kafasıdır cümlelerimin en tatlısı. Sonra pencerenin kenarında, koltukların üzerinde, kapı aralarında, kısacası ben nerede isem orada olan, oyuncak arabalarıyla kurduğu hayal dünyasının içinde yarım yamalak, kırık dökük ama yine dünyanın en güzel kelimeleri ile mırıl mırıl konuşan bir küçük adamdır benim en güzel cümlelerimin baş konuklarından biri. Uykusu geldiğinde kucağıma oturup, başını göğsüme dayayıp defalarca ''annem'' diyerek ona türlü sevgi sözcükleri ile karşılık vermemi bekleyen bir küçük adam işte.
Hayatımıza hep güzel cümlelerin eşlik etmesi dileğiyle..

12 Mayıs 2016 Perşembe

MUTLU FİLİN KİTAPÇISI

Çocuk edebiyatına merak saldığımdan beri çocuk kitapçısı arar oldum etrafımda. Raflarında kitapların olduğu, bir kaç masanın, kitapları incelerken bana eşlik edecek bir kahvenin ya da serinlemek için bir limonatanın, açlığımı geçiştirecek bir tostun yapıldığı kafesinin; çocukların vakit geçirebileceği bir kaç tahta oyuncağın bulunduğu, belki küçük bir bahçesinin olduğu sade bir kitapçıydı hayalim. İşte bugün Tarık'la ziyaret ettiğimiz mutlu filin kitapçısı tam olarak da böyle bir yerdi. En önemlisi rafları kitaplarla doluydu. Birbirinden farklı yayınevlerinin, birbirinden farklı tarzda kitabı. Neyse ki aradığımı bulmuştum. Ara sıra uğrayabileceğimiz bir kitapçımız da oldu böylece.
Çocuklarımın edinmesini istediğim alışkanlıkları beraberce yaşayarak, deneyimleyerek kazandırmaktır hep isteğim. Kitap okuma alışkanlığından bahsetmiyorum. Ayda bir iki kere çocuklarla yapılacak kitapçı ziyareti ile kitapları inceleme, aradığın bir kitabı soruşturma, yeni çıkan kitaplara bakma kısacası kitaplar dünyasında kaybolma fırsatı tanımalı diyorum çocuklara. Ayrıca benim tek başıma yaptığım, adeta nefes almama yardımcı olan kitapçı ziyaretlerinin bir de çocuklarım ile yaptığım kısmının keyfi kesinlikle bambaşka...
Neden kitap okusun istiyorum çocuklarım biliyor musunuz? Her şeyden önce, şimdilik, kimi maceralarla, kimi çok farklı hayvanları, mekanları vs. anlatan masallarla, kimi sadece iki küçük karakterin hikayesini konu eden kitaplarla çocuklarım dünyayı keşfetsinler istiyorum. Sonra çok ama çok zengin bir hayal güçleri olsun ki; ilerde büyüdüklerinde yapacak, üretecek bir sürü şey bulsunlar. En önemlisi de kendilerini ifade edecek bir sürü kelime biriktirsinler ki sahip oldukları o çok ama çok zengin hayal güçlerini kolaylıkla ve en güzel şekilde ortaya koyabilsinler. Ayrıca şimdiden kitapların harika dünyasına dalarlarsa büyüdükçe bu dünyadan hiç çıkmazlar ve her zaman sığınabilecekleri, her ihtiyaç duyduklarında yanı başında buldukları arkadaşları olacak. 
Velhasıl bugün uzun zamandır aradığımız "Aç Tırtıl" kitabını bulduk nihayet. Sonra Tarık ve Yavuz annelerine müze ziyaretlerinde, resim sergilerinde zevkle eşlik etsinler diye "Müze" kitabını aldık. Bakalım kitapta bir sanat galerisini gezen karakterimiz neler hissediyor, neler düşünüyormuş? Son günlerde epey popüler olan bir kitap da keşfettik ayrıca. "Uyumak İsteyen Tavşan" herkesi uyutmayı başarabiliyormuş. Umarım bizimkileri de kolayca uykuya daldırır. Son olarak benim en heyecanlandığım kitap Behiç Ak'ın "Doğumgünü Hediyesi". Bu kitabın yazıları yok. Dolayısıyla resimlere bakıp beraber oluşturacağız hikayemizi. Kim bilir böyle böyle oluşturduğumuz  bizim hikayelerimiz, masallarımız da bir gün raflarda yerini alır. 

10 Mayıs 2016 Salı

BİR KÜÇÜK ANI KUTUSU

Bir küçük anı kutumuz olsun istedim anılarımızı biriktirdiğimiz. Dönüp dönüp baktıkça hafızamızın bir köşesine attığımız anılarımızı tekrar gözlerimizin önüne getirmemizi sağlayacak. Hep aklında olan ama hep yapmayı ertelediğin için bir türlü gerçekleştiremediğin fikirlerin bir kıvılcıma ihtiyacı oluyor sanırım.
Bizim anı kutumuzun kıvılcımı da haftasonu katıldığımız çocuk maratonu oldu. Böylece anı kutusunda yerini alan ilk eşyalarımız da maratonda kazandığımız madalyalarımız oldu. Küçük şampiyonlarımın anneler günü hediyesi olarak bana verdikleri madalyalar da ileride hatırlayacağım ve geçirdiğim en güzel anneler gününden biri olarak hafızamda kalacak.
Çocuk Maratonu geçtiğimiz pazar günü Maltepe sahilinde yapıldı. Farklı yaş gruplarına göre kategorize edilen çocuklar kendi yaş grupları içinde koştular. İki oğlum da 0-3 yaş grubuna girdiği için biz de onlarla beraber koştuk. Hem koştuk, hem yürüdük, hem eğlendik, hem de emekledik. Bu etkinliğin bizim için en eğlenceli tarafı bitişe yaklaşırken Mehmet Yavuz'un emeklemesi idi. Bu tatlı dakikaları kameralar da görüntüye almak için yarıştılar. Yarış bitiminde de madalyalarımızı ve sertifikalarımızı aldık.

Çocuk şenliği benzeri bir ortamın yaşandığı çocuk maratonuna katılım ile çocukların spora özellikle bu maratonla atletizme olan ilgisini arttırabilir ya da çocuklar için ilgi uyandırabilir. Nasıl bir yerde koşulduğunu, başlangıç ve bitiş çizgilerini görmelerini, o heyecanı yaşamalarını sağlamaları adına her yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen bu etkinliğe katılmak isterim. Elbette her yıl bir önceki yılın eksikliklerinin giderilerek daha iyi organizasyonların yapılmasını da temenni ederim.

Şimdilik anı kutumuzun ilk eşyaları madalyalar ama bunun yanında ilk çorap, ilk emzik, ilk kitap, yaptığımız ilk resim belki sonra sağlık karnelerimiz de kutudaki yerlerini alırlar. Kutuyu güle güle, bir sürü güzel anıya şahitlik eden eşyalar ile doldurmak dileğiyle...

9 Mayıs 2016 Pazartesi

BİR DİL VAR ARAMIZDA KİMSENİN BİLMEDİĞİ

Çocuklarımın doğduklarından itibaren o kadar güzel anlarına şahit oldum ki hafızama kazınan. İlk bakışma, ilk gülüş, ilk emekleme, ilk diş, ilk yürümeye başladıkları an vs. Her anları çok özel ama bazıları hiç unutulmuyor. Sonra büyüdükçe, dünyayı öğrendikçe, bizleri taklit ettikçe içlerindeki hazineleri ortaya çıkarıyorlar. Her dönemin hazinesi farklı ve yaşanmaya değer. 
Bugünlerde büyük oğlumun bize sunduğu muhteşem hazine kırık dökük ama en harika kelimeler, yarım ama duymayı hep beklediğimiz cümleler.. Artık aramızda bir dil var kimsenin bilmediği. Bizi birbirimize daha da bağlayan bir dil. Herkesin kolayca anlayamadığı ortak bir şifre sistemi oluştu sanki ailemizde. Bu şifre üzerinden yapılan şakalaşmalar, gülüşmeler hatta atışmalar bizi birbirimize daha çok mu yakınlaştırdı yoksa? Umarım öyledir.
Küçük çocuklarla konuşurken anlatmaya çalıştıklarını anlamakta hep zorlanırdım. Ama anneleri hemen anlar ve cevap verirlerdi. Ben neden anlayamadığımı bilemez; çocuğun hiç de anlaşılır konuşmadığını düşünürdüm. Oysa önce anneler anlarmış çocuklarının dillerinden. Çünkü o kırık dökük kelimelerinin, yarım yamalak cümlelerinin arkasında ne hikayeler yatarmış. Anne anlatır anlatırmış, çocuk dinler dinlermiş; bir gün dökülüverirmiş cümleler ağzından ansızın çocuğun. Böylece birlikte okunan masalların, oynanan oyunların, kırda, bahçede, parkta bir küçük gezintinin, araba yolculuğunun vs. izlerini taşırmış hep o ilk kelimeler. 
Kimi kelimeler çok beklenir ya; çocuk ilk önce anne mi dedi, yoksa baba mı gibi tartışmalar olur. Sonra hiç beklemediğin, hem de zor olduğuna inandığın bir isim; eve yeni gelen minik kardeşin ismi bir bakarsın hiç düşmez abisinin ağzından. O minik kardeşe dair her lakap, her sevgi sözcüğü hop abisinin dilinde anında. O yüzden diyorum ya her kelimenin anısı, her cümlenin hikayesi kendinde gizli. Dolayısıyla ilk kelimeler, ilk cümleler hep duygu yüklü..
Ancak çocukları hep en güzel, en tatlı, en muhabbetli konuşmalara tanık ettirmeli ki, onların ağızlarından dökülen her kelime, her cümle de bal olsun. Babaannemin hep söylediği gibi tatlı dilli olmalı ki hayat güzel bir yolculuk olsun.

7 Mayıs 2016 Cumartesi

BİR TEK ANNEM OLSUN BANA YETER...


Annelik ne kadar hazırlıklı olsan da ansızın başlayan ve bir ömür boyu bitmeyen bir yolculuk. Ben de annemin hiç bitmeyen annelik yolculuğunun öznelerinden biri iken anne oldum. Bir yandan birinin annelik yolculuğuna eşlik ederken öte yandan kendi annelik yolculuğumu karşıladım. Dolayısıyla annemi ben şimdi anladım. Annem hep veren, fedakarlık eden tarafta iken ben hep isteyen, daha çok isteyen taraftım. Ancak ben her ne kadar anne de olsam, bir annenin evladıydım. Çok şükür ki annem hayatta ve ne zaman ihtiyacım olsa yanımda olacağını biliyorum. Dolayısıyla öğrendim ki insanın annesinin hayatta olması ve hayata birlikte eşlik etmeleri, hayattaki üzüntüleri, sevinçleri birlikte paylaşmaları en büyük şükür sebebi. 
Gün gelmiş bir gün anne olmuşsun ama sen hala "ben de okula gideceğim" diye annenin eteklerinde dolaşan sonra okula başlayınca oturduğun sıranın penceresinden uzaklara dalıp annenin seni almaya gelmesini beklediğin küçük bir kızsın. Sonra kar yağınca okulların tatil edildiğini öğrendiğinde kardeşinle sevinçle eve dönüp annenle sobanın başında kahvaltı ettiğin o mutlu günü hiç unutmayan taze bir annesin. Çocuklarını her banyo yaptırdığında, annenin kardeşinle saçlarınızı ördüğü, üşümeyesiniz diye sizi sıkı sıkı giydirdiği o pazar akşamlarını hep hatırında tutansın aslında. Saatlerce sokakta oynadıktan sonra annenin seni kir pas içinde eve almadığı çocukluğun hep zihninde. Büyüdükçe ve gittiğin okul uzaklaştıkça da  uzaklaştığın her kilometrede annenden daha da uzaklaşmış olmanın verdiği hüznü hala kalbinde yaşayan ve annenin yanında olmanın verdiği güvenin hiçbir şeyle değişilemeyeceğini şimdilerde çok daha iyi anlayansın. Sonra annenin onaylamayacağı bir hareketi yaptığında içinde kopan fırtınaları bugün bile annene uymayan her davranışında kalbinde tekrar hissettiğinden aslında sen aynı zamanda bir evlatsın. Bir de zihninde hiç unutamadığın dersten çıkar çıkmaz annenin ikindi çayına yetişmeye çalışan o genç kız var. Şimdi her bunaldığında, gözlerinden akan yaşa eşlik eden o ikindi çaylarının hatırası..
Velhasıl, anneden önce sen bir annenin evladısın ve gözlerinin önünde hep annenden bir manzara..

5 Mayıs 2016 Perşembe

İKİ KÜÇÜK SÜS BALIĞI

Evimizde iki küçük balık yetmezmiş gibi gidip iki küçük balık daha aldım. Biri Ahmet Tarık'ın; biri de Mehmet Yavuz'un. İki küçük süs balığı evimizin bir köşesinde yerlerini aldılar bir küçük fanusun içinde. Gidip gelip bakıyoruz balıklarımız ne alemde diye. Onlar da ayrı bir alem işte..
Sonra çocuklar uyurken, gittim fanusun yanına, yaklaştırdım gözlerimi iyice cama. Birden bambaşka bir dünyanın kapısı aralanmasın; gözlerimin önüne serilmesin mi? 
Yemyeşil çimlerin üstünü süsleyen bin bir renkli çiçekler, papatyalar.. Hafif bir yükseltinin üzerine sere serpe serilmiş koca bir ağaç. Dallarını öyle bir sarkıtmış ki pırıl pırıl güneşin altında bir muhteşem gölgelik. Gölgeliğin altında iki küçük çocuk koşturuyor. Bir o yana bir bu yana koşup koşup geliyorlar sırtını ağaca yaslamış kitap okuyan annelerinin yanına. Anne ise önce birinin yanağına öpücük konduruyor, sonra diğerinin. Kuşların cıvıltısı, otların hışırtısı bir de rüzgarın huzur veren uğultusu eşlik ederken bu manzaraya gün ilerliyor yavaşça. Rüzgarın daha edalı estiği, uzun uzun otların bir o yana bir bu yana tembel tembel devrildiği, güneşin ilerleyişinin an be an takip edilebildiği, zamanın yavaş yavaş aktığı bir yer burası. Her şeyin bu kadar yavaş olmasına rağmen koşturası geliyor insanın o tepeden bu tepeye.. Zaten bir süre sonra anne alıyor çocuklarını arkasına kayboluyorlar upuzun otların arasında. Sonra bir çıkıyorlar ki anne olmuş papatya prensesi. Papatyadan tacı yanında iki küçük prensi ile bir masala tanıklık ettiriyorlar adeta fanusa yapışmış gözlerimi. Koşuyorlar, koşuyorlar karşıdaki tepeye; açıyorlar kollarını esen rüzgara bırakıyorlar seslerini. Onlar hafifliyor, ben hafifliyorum. Bir fanusun camından iki küçük süs balığına bakarken gözlerimin önüne serilen bu güzel manzara ile sakinleşiyorum, dinleniyorum. Ben de zaten o iki küçük süs balığını hem Ahmet Tarık'a hem Mehmet Yavuz'a hem de benim hayallerime eşlik etsin diye almıştım.

4 Mayıs 2016 Çarşamba

BİR KURABİYE PİŞER KOMŞUYA DA DÜŞER

Hafif bir grip, çokça uykusuzluk, uykusuzluğun verdiği pek bir bunaltılı gecenin ardından güneş yine de doğuyor işte. Uykusuzluğun bana dedirttiklerini, güneş doğup da sabah olunca hatırladığımda nasıl da utanıyorum bir bilseniz? Doğan güneşe bile kızıyorum niye doğuyor diye. Sanki diş çıkaran benmişim gibi Mehmet Yavuz'un isyanını yaşıyorum içimde adeta. Ama gün yine de umut dolu olarak doğuyor işte. Gecenin kasvetinin yerini bir sevinç alıyor bir şekilde. Ajandama aldığım notlar yorgun da olsan hayata geçirilmeyi bekliyor. Aslına bakarsanız iyi ki bekliyor. Yoksa sürüklenirsin oradan oraya. Hiç sevmediğim bu ruh hali yakalamasın beni diye bir an önce girelim dedim mutfağa Ahmet Tarık'a.
Bu sabah için çikolata parçacıklı kurabiye yapılacak notu düşmüşüm ajandamın ilgili kısmına. En sevdiğim, en tatlı tarifler için baktım damyskitchen'ın web sitesine. Sonra koyulduk kurabiyelerimizi yapmaya. Ben malzemeleri hazırladım; Tarık'la beraber yoğurduk ve şekil verdik. Sonra da beklemece fırının başında.. Bu çok kısa sürede pişen kurabiyeyi heyecanla bekledik. Böylece on dakika gibi kısa bir sürede bir kurabiyenin de pişeceğini keşfetmiş olduk. Aynı zamanda tavsiye edildiği üzere sonrasında bir bardak süt eşlik etti kurabiyemizin yanına. Ne de güzel oldu: süt ve kurabiye çok yakıştı. 
Bir de bu aralar yeni komşular geliyor apartmanımıza art arda. Dolayısıyla yeni komşular da yeni heyecanlar oldu benim için. Kurabiye tanışmak için bir vesile. Kimbilir diyorsun çok uzun yıllar sürecek bir dostluğun başlangıcıdır bu. O yüzden kaçırmamak gerek bu fırsatı. Çünkü insan biriktirmek hiçbir maddi birikimin yerini alamaz. İnsan yaş aldıkça daha iyi anlıyor dostlukların, akrabalıkların değerini. O yüzden de önce elinden tutmak gerek arkadaşlıkların. Emek vermek gerek; kaybetmemek için ilişkilerini. Onca koşuşturmanın, hayat telaşının arasında zaman harcamazsa insan sevdiklerine ne anlamı olur ki tek başına yaşamanın? Siz deyin buna içini dökme; ben diyeyim hayata not düşme.
Kalın sağlıcakla,

2 Mayıs 2016 Pazartesi

BİRAZ UYKU LÜTFEN

Annelik öyle bir serüvenmiş ki, bu yolda öğrendiklerin hiç bitmezmiş. Hani büyükler hep der ya "bunlar iyi günlerin bir büyüsünler de sen o zaman gör" diye. Bu sözün haklılık payı olmakla beraber bırakın düşünmeyelim büyüdüklerini.. Zaman tutulamayacak kadar hızla akarken çocuklarımızın bebekliklerini, çocukluklarını enselerinden öpüp içimize çekelim zaten. Bu cümle şöyle bir kenarda dursun. Beni asıl yoran, bu bebeklikler, çocukluklar bazen öyle şaşırtmacalı oluyor ki insanın nevri dönüyor. Bir çocuğun bir ayı bir ayını tutmazken, ikinci çocuk birinci çocuğa hiç benzemiyor. Sana kitabı tersten okutuyor adeta.
Bir zamanlar "geceleri nasıl, uyuyor mu?" sorusuna aman nazar değmesin diye, gözlerini kaçırarak "eh işte kalkıyor üç, dört kere" derken, o günlerin acısını çıkartırcasına bugün ne üç, dört keresi her yarım saatte bir uyanır oluyorsun. Yani ilk çocuğunla geçirdiğin o saadetli dolu günler, sabah beraber kalkıp yatakta keyif yapmalar filan ikinci çocukla sinir harbine dönüşüverebiliyor. Elbette insan o sıcak dakikaların ardından uykuya daldıklarında çocuklarının sağlıklarına bin şükrediyor. Ancak uykusuz günler de bir süre bitmiyor, bitmeyecek görünüyor. 
Her bireyin farklı, eşsiz olduğunu biliriz. Ama iş kardeşlere gelince onları nedense birbirinden ayırt edemeyiz. Elbette fiziksel olarak benzeyebilirler. Ancak ortada iki farklı birey vardır ve bu doğdukları andan itibaren geçerlidir. İkinci oğlum Mehmet'i ilk muayenesine götürdüğümde  taze olan bilgilerimi de vurgulamak istercesine doktoruna hep ilk oğlumla ilgili tecrübelerimi aktarmaya heveslendim. Ancak doktorumuz hemen beni durdurdu "her birey farklıdır", dedi. O günden sonra da hep bu farklılıkları tecrübe etmeye başladım. Uyku düzenleri, yeme düzenleri, evde mi yoksa dışarıda mı daha mutlu oldukları vs. konularında farklılıklarını keşfederek öğrenmeye başladım. Öte yandan, biri on birinci ayında diş çıkarırken, diğerinin sekizinci ayında dişini çıkarması yine de beni şaşırttı. Demek ki öğrendiklerimizi, yaşadıklarımızı nasıl hemen de kabullenip, ona göre beklenti içine giriyoruz. Bununla birlikte,ilk çocuk da çok beklediğimiz bir an- emeklemek, yürümek gibi- ikinci çocukta ansızın gözlerimizin önünde yaşanınca mutluluktan uçabiliyoruz. O yüzden farklılıkların hep bir sürpriz gibi ortaya çıktığı ve sizi mutluluktan uçurduğu bir annelik serüveni yaşamanız dileğiyle..

1 Mayıs 2016 Pazar

BİSİKLET MEDENİYETTİR!

Bisikleti kim sevmez ki? Bisiklet deyince çoğu insanın yüzüne kocaman bir tebessüm yayılır. Kimine göre bisiklet özgürlüğün tadını çıkardığı bir spordur; kimine göre çocukluğudur; kimine göre de en rahat, en temiz, vazgeçilmez bir ulaşım aracıdır. Maalesef bisiklet ülkemizde çok da yaygın olarak kullanılan bir araç değil. İstanbul'u düşündüğümde özellikle Boğaziçi'nde bisiklet kullanımına elverişli bir coğrafyanın olmadığının farkındayım. Ancak İstanbul'un çevresinde kurulan yeni yerleşim bölgelerinin bisiklet kullanımı çok da elverişli olduğunu düşünüyorum. Öte yandan, trafik düzeninin sadece taşıtlar öngörülerek planlandığı, bırakın bisiklet sürücülerini, yayaların bile hesaba katılmadığı ülkemizde insanların bisikleti iş yerlerine, okullarına vs. giderken kullanması hiç de kolay olmasa gerek. 
Oysa bisiklet denince akla gelen ilk şehir olan Amsterdam'ı düşünün: şehir adeta bisiklet ile bütünleşmiş durumda, bisiklet ile anılır olmuş. Yani bisiklet kullanımının bu derece yaygın olduğu bir şehirde trafik de eminim bisiklete göre akıyordur. Kendi deneyimlerimden yola çıkarsam Almanya'da yaşadığım kısa bir süre zarfında bisiklet kullanmaya çok özenmiştim. Oradaki bisiklet yollarına gösterilen hassasiyet, bisiklet kullanımının birtakım kuralları vs. hiç alışık olmadığım bir düzende altında kalkamayacağım bir hissi uyandırdı bende. Çünkü bisiklet medeniyettir; kültürdür. Yani bir düzenin parçası olması hasebiyle daha önce böyle bir düzende yaşamayanlar için denemesi hiç kolay değildir.
Bir de bisikletin romantik, nostaljik bir yanı vardır benim de en sevdiğim. Mesela insan sahip olduğu ilk bisikleti unutur mu hiç? Sonra bisiklet kullanmayı öğrenirken geçirdiği kazaları.. Bence unutmaz. Bununla birlikte, kimimizin çocukken hayallerini süsleyen bisikletler vardır. Mağazanın vitrininde sergilenen bisiklete bakıp bakıp iç geçirilen.. Büyüyünce o bisikleti düşündüğümüzde yine de içimizden kötü şeyler geçirmediğimiz; sahip olamadığımız için hırslanmadığımız... Çünkü insanın çocuk kalbi sahip olamadıklarına karşı nefretle değil de; daha masumca bir tavır takınıyor. Dolayısıyla büyüyünce de gözleri ışıl ışıl olarak, hasretle anıyor o bisikleti de, o günleri de.
Ahmet Tarık bugün ilk bisikletine kavuşacak. Ancak eminim herhangi bir eşya gibi mağazadan gidip alınandan çok farklı bir anısı olacak zihninde yıllar sonra. Çünkü alınan herhangi eşyadan çok farklı: bisiklet. Bir de bu anın eşlik edenleri ile özel bir anlam kazanması çok daha değerli benim için. O yüzden, yıllar sonra Ahmet Tarık'a ilk bisikletini almaya deden ve anneannenle gitmiştin diyebilecek olmak şimdiden mutlu ediyor beni.  
Şu an bilmediğim, Ahmet Tarık'ın ilk bisikletine sahip olduğu anların detaylarını yıllar sonra kendisinden dinlemek dileğiyle...