20 Ekim 2016 Perşembe

EN MUTLU GÜN

Esra bütün gece bir o yana bir bu yana dönmüştü. Arada kalkıp odada şöyle bir tur atmıştı. Adeta sabahı sabah etmişti. Nihayet gün doğarken kalktı. Yüzüne çarptığı suyun verdiği ferahlıkla “oh be” dedi. Doğruca mutfağa koştu. Çayı koydu. Bir yandan kahvaltılıkları hazırlamaya başladı. Bayılıyordu şu çayın kokusuna. Sabah sabah,  buğu buğu tüm eve yayılmasına. Aslında en çok da o daha yataktayken annesinin mutfakta tıkır tıkır  kahvaltı hazırlarken, çayın kokusunun burnuna gelmesini seviyordu. O sesler, o koku ona huzur veriyor; yorganın altına daha da giriyor, sonra keyiften dört köşe oluyordu. Bu anları bir süre sonra bir daha yaşayamayacağı aklına gelince hüzünlendi.
Mutfaktaki seslere annesi de uyanmıştı. Annesi:
-       -Kız, sabahın köründe ne gürültü bu? dedi.
-      - Kahvaltıyı hazırlıyorum anne.
-      - Allah Allah hangi dağda kurt öldü.
-       -Erken kalktım bugün. Ben de bari kahvaltıyı hazırlayayım dedim.
-       -Uyuyamadın mı bütün gece?
-       -Ne alakası var? Mışıl mışıl uyudum. Babam kalkmadı mı daha?
-       -Çoktan kalktı. Bahçede uğraşıyor. Sen git oğlanları kaldır.
İkiz erkek kardeşlerinin odasına girdiğinde, uyandırmadan izledi onları önce. Zaman zaman kardeşlerine çok kızsa da, şimdi içinden “benim minik bebek suratlılarım” diyordu, boğazındaki düğümün gözyaşı olup gözlerinden akmasına engel olamadan. Tutmuş tutmuş, şimdi patlatmıştı gözlerinde biriken su damlacıklarını.
-     -  Neden ağlıyorsun dedi abla? Dedi ikizlerden biri.
-      - Yok tatlım ne ağlaması. Sizi uyandırmaya geldim. Hadi kalkın kahvaltı hazır.
Sonra aceleyle çıktı odadan. Babası sofraya oturmuştu bile. Suratına da yerleştirmişti o sinirli, çatık kaşlı yüz ifadesini. Annesi her zamanki gibi bir şeyler anlatıyordu. Hayatından gayet memnun ve sakindi. Bir ara bugün gelecek olan misafirlerden konu açacak oldu; hemen annesinin bacağına vurup onu susturdu.
Şu an tek istediği hep birlikte sıradan bir Cumartesi günü yaptıkları gibi kahvaltı yapmalarıydı. Kahvaltıdan sonra babası dışarıda işlerim var diyerek çıktı. Çocuklar da dershaneye gittiler. Artık heyecanını doyasıya yaşayabilirdi. Daha yapacak çok işi vardı.
-       -Sen git yatakları topla; ben mutfağı hallederim. Dedi annesi.
Odasına gittiğinde tekrar yatağına yattı. Önce yuvarlandı; içinde sakladığı gülücükleri bir bir ortaya çıkardı; zaten dudaklarının gevşemesini daha fazla durduramazdı. Sonra gitti; elbise dolabının kapağını açtı. Aslında akşam ne giyeceği belliydi ancak yine de eteğini, gömleğini çıkarıp bir baktı. Sonra çorap alması gerektiğini hatırladı, kuaföre de gidecekti. Bir fön çektirse yeterdi; hafif de bir makyaj.
-     -  Esra, sarmanın içini hazırladım. Dedi annesi.
-       -Tamam geliyorum.
Nişanın nasıl olacağından, kimleri davet edeceklerinden, düğünün nerede yapılacağından; yemekli mi olup olmayacağından yoksa en iyisinin nikah mı olduğundan bahsederken bir yandan da mutfaktaki tüm hazırlıkları bitirdiler. Annesi kimse gelmeden ikramlıkları hazırladığı için bir “oh” çekti. Zira, mutfağa kendinden ve kızından başkasının girmesinden pek hoşlanmazdı.
Şimdi karşılıklı oturup kahvelerini içebilirlerdi. Annesiyle içtiği kahvenin tadını başka hiçbir şey veremezdi herhalde. Artık ardından gelecek olan koşuşturmaca, telaş için hazırlardı. Akrabalar gelecek; her kafadan bir ses çıkacaktı. Ancak Esra, kendisi dışındaki hazırlıklar için teslim bayrağını çekmeye karar vermişti. Nasıl istiyorlarsa öyle yapsınlardı. Tartışmayı hiç sevmezdi; herkes uzlaşı içinde olsundu. Ancak herkesi memnun etmek de o kadar zordu ki.
Aslında içini kaplayan mutluluk her şeye müdahale etmek istese de, kalbindeki hüzün ağır basıyor, babasının gözleri ile göz göze geliyor ve mutluluğunu frenliyordu. Sonra insanın evlenmekten mutluluk duyması, heyecanını doruklarda yaşaması, ayağının yerden kesilmesi filan ayıp şeylerdi; gizlenmesi, saklanması gereken duygulardı.  Annesinin bilinçaltına ilmek ilmek işlediği bu duygularla Esra, evliliğe giden yolda ilk adımı atmasına eşlik etmek üzere gelen misafirleri karşılamaya başladı.
“Damadın kahvesine tuz koydunuz mu?” diye sordu kuzen. “Hayır, koymayalım. İçeride bir sürü yaşlı, başlı, hacı hoca amca var ayıp olur.” Dedi Esra. “Ne olacak ki sanki” diye ağzını büktü kuzeni.
Salonda isteme faslı gerçekleşirken, Esra mutfaktaydı. Duymak istemiyordu konuşulanları. Annesiyle, teyzesiyle göz göze gelmekten çekiniyordu. Şu fasıl da bitse de rahatlasak diyordu içinden. Babası da lafı uzattıkça uzatıyordu. Sonra kuzenlerinden biri “Baban seni verdi.”  deyince çok rahatsız oldu. Babasının onu vermesi değil de; kurulan bu cümle, ifade edilişi, dile gelen söylenişi onu fazlasıyla ürpertti.

Neyse ki, isteme faslı bitmiş; kahveler içilmişti. Bundan sonra ailelerin kaynaşması, fotoğraf çekimi gibi işin eğlenceli kısmı başlamıştı. Esra’nın yüzünde güller açıyordu şimdi. Hem sözlenmişti, hem de evini bırakıp gitmesi gerekmiyordu. Peki ya sonra ne olacaktı?

SİZİ NELER MOTİVE EDİYOR?

Hayata dair o kadar çok beklentim var ki, o beklentiler bazen beni mutlu ederken, bazen de mutsuz ediyor. Aslında bu beklentiler benim motive kaynaklarım. Hayatımı anlamlandıran küçük şeyler.. Bu küçük şeylerle kendime hedef koyduğumda hayatım daha da bir anlamlanıyor, renkleniyor, ışıl ışıl ışıldıyor adeta. Yoksa hayatın rutininde boğuluyorum. Sonra yüzüm düşüyor, sıkıcı, enerjisi düşük bir oluyorum. O yüzden beni besleyen, pozitifleştiren, yüzümü güldüren bu motive kaynaklarına çok ihtiyacım var. Önümdeki hedeften beklentim yok olunca, hemen kendime başka bir şey buluyorum. Plan yapıyorum, işler organize ediyorum vs.
Şu sıralar beni en çok motive edenin yazı olduğuna eminim. Ancak bazı anlar oluyor ki yazı bana şifa oluyor, bazen de yazdıklarımdan çok şey bekliyorum. Beklentilerim karşılanmayınca da mutsuz oluyorum. Ama en iyisi yazının şifacı yanına sığınmak. Ne olursa olsun yazmaya devam etmek.
Bazen de yazdığın bir öyküye arkadaşının yaptığı yorumla yüzünde güller açıyor; tekrar yazmaya dönüyorsun. Daha çok, daha çok yazayım diyorsun. İçindekilerin en güzel şekilde kelimelere, cümlelere döküldüğü o saatleri bekliyorsun. Gün doğarken diyorsun, hayat tekrar başlarken, insanlar kalabalığa karışırken, gözlerim sabahın mahmurluğunda iken, zihnim ise en tazeliğinde, en diriliğinde iken yazmalıyım. Koştursun şimdi saniyeler, dakikalar, saatler benim yazmama ramak kala, en güzel rüyamdan uyanmış iken yazayım, yazayım, daha çok yazayım. Bana bu yazıyı yazdıran ve içimdeki coşkuyu ortaya çıkaran arkadaşa da selam olsun..

15 Ekim 2016 Cumartesi

BİR YOLCULUK

Gözlerini açtığında muhteşem bir gün doğumu ile karşılaştı. Yolculuk boyunca uyumuştu
Ne kadar da yorgun hissediyordu kendini. Ancak uyandığında karşılaştığı bu manzara karşısında adeta çarpılmıştı. Hayatı boyunca kaçırdığı gün doğumları için hep hayıflanırdı zaten. Pek de haksız sayılmazmış. İnsan böyle bir manzarayı nasıl kaçırırmış.
Bu arada otobüs de gara yaklaşmak üzereydi. Yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Güneş yeni güne “merhaba” dediyse de henüz yeryüzünü ısıtmaya başlamamıştı. Dışarısı epeyce soğuk olmalıydı. Montunu giydi; fermuarını bir güzel yukarı çekti. Muavin de tek tek koltukların önünde duruyor; yolculara nerede ineceklerini soruyordu. Nihayet onun da yanına gelmişti: “Abla, nerede ineceksin?” diye sormuştu. Geldiği yerde bildiği hiçbir yer yoktu ki. “Otogarda” dedi. Otogara geldiklerinde, yolcularını karşılamaya gelenleri gördü otobüsün penceresinden. Hüzünlendi. Daha önce hiç böylesini yaşamamıştı. Mutlaka bir karşılayanı olurdu. Öte yandan yeni bir hayatın kapısını araladığını düşünüp, bulunduğu eşikte yalnız olmaktan gururla karışık bir mutluluk hissetti. Ömrünün yarısını tamamlamıştı, ancak hayatının hiçbir döneminde yalnız, yapayalnız bir adım atmamıştı bilinmezliğe.
Otobüsten indi. Buraya kadar hiçbir şeyi planlamadığından oturup düşünmeye ihtiyacı vardı. Çevresine bakındı. Ancak bu saatte hiçbir yer açık değildi. Kaldırıma oturdu. Yavaş yavaş hareketlenen şehri gözlemledi; inceledi.
Ne kadar da sakin ve dingin olduğunu fark etti. Sanki dünya yansa umurunda. Bu kararlığını sevdi. İçi içini yemiyordu. Sonra stresten elleriyle oynamıyor; bacaklarını devamlı titretmiyordu. Kendi kendini serbest bırakmıştı adeta; özgürlüğünü kazanmıştı. Belki de demir parmaklıklar arasındaki hapisten daha kötüsü insanın kendi kendini hapsetmesiydi. Oturduğu yerden kalktı. Şehir merkezine giden minibüsleri fark etti; o tarafa yöneldi. “Şehir merkezine gitmek istiyorum.” dedi minibüsün başındaki şoföre. Şoför sabah mahmurluğu ile konuşmadan boş koltuğu gösterdi. Sonra vazgeçti. “Kapadokya’ya nasıl giderim?” diye sordu. Şoför “Ürgüp, Göreme karşı tarafta.” dedi. Bu sefer hızlıca o tarafa yöneldi. Çünkü kalkacak olan minibüsü kaçırmak istemiyordu. Minibüs kalkmak üzereyken son anda yetişti.
Minibüsün penceresinden görünen manzaralar onu büyülemişti. Yol akıyordu, manzaralar akıyordu; o ise gördüklerini beynine kaydetmek istiyordu. Çünkü bunaldığı anlarda bu güzel manzaralara sığınacaktı. Gerçi artık o bunaldığı hayata bir daha dönmeyi düşünmüyordu. Ancak alışkanlık işte, daha önce yaptığı bu adeti burada da tekrarlıyordu.
Uçsuz bucaksız tarlaların üstünde gezinen kara bulutlar kesin yağmur habercisiydi. Mevsim de zaten bir güneş, bir yağmur mevsimiydi. En doyumsuzu da bu mevsimin insanı her gün bir gökkuşağına şahitlik ettirmesiydi. İçinden yağmur sonrası çıkan güneşle beraber bir gökkuşağı görmeyi diledi. Gökkuşağını görünce de hiçbir şey dilemeyeceğine karar verdi. Çünkü dilek beklentiydi. Onun kalbi de beklenti içinde olmaya artık dayanamazdı; yorgundu.
Ürgüp ya da Göreme fark etmezdi. Minibüs ilk olarak nerede durursa orada inecekti. Nihayet geldiklerini fark etti. İyi ki de ilk duracakları yerde inmeye karar vermişti. Çünkü geldikleri yerde bir Pazar kuruluydu. Hemen minibüsten atladı. Böyle yerlerde pazarlar erkenden kurulurdu. Rengarenk bir pazara düşmüştü. Renkler, kokular, ve konuşmalar…
Ondan çok uzak ancak kitaplığındaki masallar kadar yakın bir dünyanın kapıları aralanmıştı; pazarın içine doğru adım atarken. Buradaki her şeyi hissetmek istiyordu. Her şeyi görmek, koklamak ve duymak… İnsanların günlük konuşmalarını, dert yanışlarını, dedikodularını dinlemek ona ayrı bir haz veriyordu; kendi gerçekliğinden tamamen kopuyordu; başka hayatlara misafir oluyordu. Ancak bu misafirlikte kendini anlatmak yoktu, ona yönelen sorular yoktu, sadece dinliyordu, dinliyordu. Dinlerken dinleniyordu.
Küçük bir kasabanın küçük bir pazarıydı işte. Bir baştan bir başa… Çabucak son bulmuştu bu masalsı yolculuk. Ancak keşif daha bitmemişti. Burada yerden gökyüzüne kadar insanın gözlerine ziyafet vardı.
Şu Peribacaları’nın her biri saray olup canlandı gözünde. Yanında da kuleleri… O da bu kulelerden birinin tepesinden Rapunzel gibi uzattı saçlarını aşağıya; güneş ışığında parladı pırıl pırıl her bir teli. Tıpkı ayçiçeklerinin güneşin ilerleyişini izlediği gibi o da kuleden kuleye atlayıp saçlarını güneşle buluşturdu.
Sonra önüne pat diye bir taş düştü. Aldı taşı eline. Evirdi, çevirdi. Küçük bir taştı işte. Fırlatıp attı uzağa. 




11 Ekim 2016 Salı

İLK TİYATRO DENEYİMİ

Hafta sonu hep hayal ettiğim bir şeyi gerçekleştirdim. Tarık'la tiyatroya gittik. Çocuklu hayatın beni en çok heyecanlandıran kısmından biri de bu: çocuklarımla tiyatroya, sinemaya, konsere vs. gitmek. Bu arada en büyük hayalimi de bu araya sıkıştırmak istiyorum: oğullarımla Himalayalar'da trekking. Asıl konuya gelince nihayet Tarık'ın iki yaşını doldurmasıyla onunla ilk tiyatro deneyimimizi gerçekleştirdik. Beraber "Heidi Müzikali"ne gittik. Bu arada Mehmet şimdilik babasıyla dışarıda vakit geçirdi. Önümüzde yıl ikisi ile beraber tiyatroya gidebileceğimizi düşündükçe içimi bir mutluluk kaplıyor. Sırada Tarık ile yaşayacağımız sinema keyfi için de sabırsızlanıyorum. 
Bence tiyatro alışkanlığı çok önemli. Alışkanlık ne kadar doğru bilemedim ama bir çocuğun tiyatroyu tanıması önemli kesinlikle. Bir şeyi tanımadan nasıl sevebilir ki? Tanıtmanın da benim için bir sorumluluk olduğu inancındayım. İnsan tanıdığı bir şeyi sever. Çocuklar da tiyatroyu tanıdıkça seveceklerdir. Böylece tiyatroya gitmeyi alışkanlık haline getireceklerdir.
Ben de ayda iki kez çocuklarla tiyatroya gitmeyi, bir kez de sinemaya gitmeyi alışkanlık haline getirip, onların bu anlamda kültürel olarak zenginleşmelerine olanak tanımalıyım diye düşünüyorum. 
Öte yandan, benim için de çocuk tiyatrosuna gitmek ilk kez deneyimlediğim bir şeydi. Bir sürü çocuk bir arada. Hepsi meraklı, heyecanlı, cıvıl cıvıl, çeşit çeşit..Bende harika bir manzaraydı. Ne yöne baksam bir güzellik.. Çocuk güzelliği...Bunu görmek bile insanın gününü güzelleştiriyor. Hem Tarık'ın da akranlarıyla bir arada olması onu da mutlu etti; gözlem yaptı, dikkat etti, inceledi. Tabi ki girdiği ilk ortamda gösterdiği tepkileri burada da gösterdi. Sıkılganlık, çekingenlik vs. Ancak böyle ortamlara gire gire daha girişken ve sosyal olacağına inanıyorum. Sosyalleşmesine izin vermeden sosyal olmasını bekleyemem elbette.
İlk deneyimler hep güzeldir bence. Keşke hayatta sadece güzel olanları deneyimlese çocuklarımız. Maalesef gerçek hayatta karşımıza her türlü durum, olay, insan vs. çıkabiliyor. Ancak biz çocuklarımıza hep güzellikleri tanıştırmaya devam edelim. İlk olarak güveni tanısınlar; güvensizliği değil, güzellikleri görsünler; çirkinlikleri değil. Herkesin payına düşeni yapması dileğiyle..

BİT KADAR!

Bir güne odaklanmak; sadece o güne kilitlenmek; bütün bir haftayı o gün gelsin diye geçirmek, sonra o gün gelince planladığın şeyi yapamamak insanı ne kadar acıtır bilir misiniz? Bir de o planladığınız şeyi yapamamanızın nedeni hastalık vs. gibi önünüzdeki bütün bir haftayı etkileyecek bir olaysa, o haftaya dair kurduğunuz tüm hayaller suya düşmüş ve adeta yaşama sevinciniz kalmamışsa gerçekten ne yapacağınızı şaşırırsınız. Artık tek dileğiniz bu sıkıntıların geride kalacağı, bu sıkıntılara gülüp geçeceğiniz günlerin gelmesidir. Bir de bu işin paranoyaklaşma kısmı var ki o anlarda içiniz sıkılır, terler adeta kafanıza ateş basar ve nefesiniz kesilir. Sonra bir an gelir "yok ya geçecek mutlaka" dersiniz. Bir umutlanır; bir karamsarlığa düşersiniz.
Kaygılarınızla çevrenizdekileri de bunaltmaya başlarsınız. Ama onlardan çok azı bunaltmalarınızı alttan alır; sizi teselli etmeye çalışır. Diğerleri ise çekip gider. 
Benim gibi takıntılı bir bünyeye sahipseniz bu dediklerim çok küçük meseleler için bile söz konusu olabilir. Yeter ki mevzuu sizin hassas olduğunuz bir konu olsun. En iyisi kafa dağıtacak bir uğraş bulmak. Mesela, içinde bulunduğunuz hafta için planladığınız, ancak istemediğiniz söz konusu olayın vukuu bulması ile ertelediğiniz planları bir bir devreye sokabilirsiniz. Ya da yeni planlar yapıp kafanızı dağıtmanın yolunu bulmalısınız. Aksi takdirde, sıyırmaya az kaldı ruh halinde evde dolaşıp durursunuz.  Böyle anlarda ilginizi çeken bir kitap okuyabilir ya da film izleyebilirsiniz. O da olmadı; yemek yapın. En azından bir çorba karıştırın. Sonra çorbanın derinliklerinde kaybolup hayal kurun. Sezen Aksu'dan "Bir kedim bile yok"u dinleyin. Ama fazla duygusal şarkılara dalmayın; içinizdeki sıkıntıyı yazın. Sonra kendinizle dalga geçin. Derdinizi küçümseyin. En önemlisi de bu. Daha beterlerini düşünün. Onların yanında sizinkisi ne ki? Bit kadar!

9 Ekim 2016 Pazar

BİR MANDALİNA ANISI

Bir pazar akşamı ben salondaki köşemde kağıda dökerken anılarımı, eşim de başındayken bilgisayarın ve çocuklar uyumazken, nedir bu evdeki sessizliğin anlamı diye şaşkın şaşkın birbirimize baktık önce. Sonra ayaklarımızın ucunda, sessizce çocukların odasına yöneldik. Bir ne görelim?
Bizimkiler çıkmışlar yataklarının üstüne, mandalina keyfi yapıyorlar. Bir poşet mandalinayı almışlar önlerine. Büyük olan mandalinayı soyup yemeyi başarmış. Küçük olan da doğruca ağzına götürmüş, soymadan kemiriyor mandalinayı. Haliyle, her yer kabuk; mandalinanın suyu akmış üstlerine başlarına. Ama mis gibi mandalina kokmuşlar. Sonra bizi görünce bir gülüşme, kıkırdaşma tuttu bunları. Doğrusu insan her akşam böyle suç üstü yakalasa diyor çocuklarını, bir gülme krizi tutsa diyor tüm aile bireylerini. Bazen çok öfkelendiğim oluyor çocukların saçıp dökmelerine, bazen de koyveriyorum işte ortalık dağılsın, bozulsun. Koy verdiğim anlarda bir sakinlik çöküyor üstüme, pamuk şekeri kıvamında oluyorum sanırım bu zamanlarda. Sonra toplanıyor nasılsa ortalık, mandalina kokulu bir akşam da kar kalıyor bana. 
Böylece benim de artık tezgahlarda gördüğümde mandalinayı, kocaman bir gülümse yayılacak yüzüme. Mandalinanın çocuklarımla aramda bir anısı oluşunca; düşündüm benim kendi çocukluğumun anısı yok mu diye mandalinayla. Hatırladım ki, mandalina kabuklarından yemek yapardık evcilik oynarken kız kardeşimle. Sonra çocukluğumla mandalinayı yan yana koyunca soba geldi aklıma. Mandalina kabuklarını sobanın üstüne koyduğumuzda yayılan rayiha burnumun ucuna kadar geldi bir anda. 
Ne güzel şey anı biriktirmek.

6 Ekim 2016 Perşembe

YOKSA BEN ÇEKİLMEZ MİYİM?

Küçük çocuklarım var diye şikayet mi etmeliyim hep? Herkes bana yardımcı mı olmalı? Eşim, dostum, annem, kardeşim, vs. Eşim bana hep yardımcı olmalı zaten; o ayrı bir konu. Ancak ya diğerleri?
Çevreden destek beklemek konusu bazen tribal enfeksiyonlara yakalanmama neden olabiliyor. Böyle anlarda da çekilmez oluyorum. Öte yandan hem her şeyi hallederim havasında; hem de destek beklentisi içinde olmak beni de çok yıpratıyor. Madem destek istiyorsun; söyle değil mi? Söylemeyeceğim; onlar benim ne halde olduğumu görmüyorlar mı diye sorup duruyorum kendime. Sonra da onlardan yardım gelmediğinde hayal kırıklığına uğruyorum. Bu hayal kırıklığı da ilişkilerimi zedeliyor. Beni en çok üzen de bu beklentilerimin annemle ilişkimizi bozması. Aslında bu süreçte yakınlardan yardım isteme konusunda çekinmemek gerektiğini uzmanlar da tavsiye ediyor. Gerektiğinde yardım istemek; talepkar olmak da insanların çocukluklarından itibaren kazandıkları bir alışkanlık olmalı. Yani yetiştirildikleri kültürle kazanılan bir davranış biçimi. İşte ben bu özelliğimin eksik olduğunu düşünüyorum. Minnet etmeme özelliğinin de çok kötü bir özellik olduğu inancındayım. Böyle bir özelliğe sahip olmak yerine, ihtiyaçlarımı net olarak ortaya koyup, gerektiğinde, yardım isteyebilseydim keşke. Böylece hayal kırıklıkları ile uğraşmak yerine daha faydalı işler yapardım.
Hem yardım istemeyip, hem de karşı taraftan istediğim cevabı alamadığımda kendi kendime kurguladıklarım çok çirkin olabiliyor. Bir de alınganlığım devreye girince kendimden utanır oluyorum. Bir de şöyle bir durum var ki bu özelliklerimi iki çocuklu hayattan sonra keşfediyor olmam. Elbette az dozda da olsa bünyemde mevcut olan bu özellikler çocuklarla beraber aşırı doza ulaşmış durumda. Sorunlar büyüdükçe çekilmezliğim katlanarak artıyor sanırım. Bu sorunla baş edebilmek için öncelikle kendime özel, farklı ilgi alanları oluşturmaya karar verdim. Yani farklı uğraşlar edindim. Eminim bu şekilde ilgim dağılacak, değişik işlerle uğraşmak beni kendime getirecek; en önemlisi kendime güvenim artacak. 
Hayatım merkezinde çocuklarımın olması ne kadar güzelse, farklı işlerle özellikle bana özgü işlerle uğraşmak da bir o kadar güzel. Bir kere uzun zamandır ayrı kaldığın bir heyecanı yakalamak gibi. Tek başına bir yerlere gitmek, yine tek başına çocuklar ve onların alanı ile ilgili konuların dışında bir ortamda bulunmak şu an benim koşullarım içinde inanılmaz güzel bir tatta olabiliyor. Adeta o saatlerin tadı damağımda kalıyor ve bir sonraki seferi iple çeker hale geliyorum. 
O yüzden en iyisi özellikle kendimize yönelip; kendimizi çok iyi tanımalıyız ki rutin hayatımız içinde bize iyi geleni bulalım. Böylece defolu yanlarımızı tamir edebilelim.

5 Ekim 2016 Çarşamba

UYKU... KİMİN SORUNU?

Nihayet dün Ahmet Tarık'ı bütün gün uyutmayıp, akşam da saat 21:30'da uyutmayı başardım. Hem sabah da saat 09:00'da uyandı. Böyle bir uyku düzeni tutturmak ne güzel olur. Gel gelelim Mehmet Yavuz'un uyku düzenine. Onun ki tam bir karmaşa. Ne gece uykusu düzenli ne de gündüz uykusu... Bir kere gündüz uykuları hala bire inemedi. Bir defa öğle üzeri; bir defa da öğleden sonra uyuyor. Hal böyle olunca akşam da 22:00'den sonra uyuyor. Gece de rahat bir uyku çekmediğinden sabah kahvaltısından sonra bir huysuzlaşıyor, bir huysuzlaşıyor; gel de uyutma. Mecburen 11:00-11:30 gibi tekrar uykuya geçiyor. Bir, bir buçuk saat uyuyup, uyanıyor. Şöyle ki, bu uykusu abisinin gürültüsü nedeniyle bozulmuşsa kazara; alın size tadından yenmez bir Mehmet Yavuz. O yüzden bazen Ahmet Tarık'ı alıp dışarı çıkarıyorum ki paşam rahat bir uyku çeksin de sonra şeker gibi bir adam olsun. Ancak kendisine bu uyku da yetmiyor. Öğle yemeği idi, oyundu vs. derken saat 17:30-18:00 gibi bir ağlama krizleri, kendine geriye atmalar filan başlıyor. O zaman haydi sakinleştirici mucizemiz anne sütüne... Sonrası malum... Mışıl mışıl bir uyku...
Ama akşam benim dizim vardı; artık şu kitabı bitirmek istiyordum; tezime çalışacaktım gibi hayaller yalan olur; beklenmedik, sürpriz bir ana kalır. O an da öyle beklenmedik, öyle sürpriz zamanda gelir ki, insan o zaman da ne yapacağını şaşırır. 
Gel gelelim, Mehmet Yavuz'un gece uykularının bu kadar rahatsız, bu kadar bölünmüş olduğu sorununa. Bir kere anne sütünü almaya devam ettiği için sık sık emmek için kalkıyor. Anne sütünü bırakmak için henüz erken olduğuna göre, en iyisi uyku öncesi iyice doyurmak. Bu bir nebze olsun sık sık bölünen uykusuna bir çare olabilir. İkincisi emmek için kalktığında, annesinin yatağına geçiyor ve annesi de üşendiğinden bir daha onu yatağına yatırmıyor. Sonra onun ağlama sesini duyan abisi de hop annesinin, babasının yanına gelince iki kişilik yatak epeyce kalabalıklaşıyor. Hal böyle olunca Mehmet Yavuz için konforlu uyumak söz konusu olmuyor. Bu durumda sık sık uyanmaya; uyanınca da emmeye devam ediyor. Bu arada Ahmet Tarık konfor monfor dinlemiyor; her hal ve şartta deliksiz uykusuna devam ediyor.
İşte bizim de bazen rahatsız olduğumuz ama değiştirmeye üşendiğimiz davranışlarımız olabiliyor. Sorun da zaten değiştirmeye üşendiğimiz bu davranışlarımızdan kaynaklanıyor. Sonra da bu çocuklar niye böyle deyip duruyoruz. Önce sen bir kendine baksana arkadaşım...

3 Ekim 2016 Pazartesi

ÖFKEDEN ÇILDIRAN BİR ANNENİN SESSİZ ÇIĞLIĞI

Yatmadan önceki tüm hazırlıklar yapılmış; gece mamaları yenmiş, altlar değiştirilmiş, evdeki tüm ışıklar söndürülmüş ve iki yetişkin, iki çocuk, çocuklar uyutulsun diye yatağa girmişler. O da ne? Ufaklık tekrar kaka yapmış. İşte şimdi delirme vaktidir. 
İnsaf! Saat gece ondan biri sizi uyutmaya çalışıyoruz. Oysa ki yatak havuzmuş Tarık için atlayıp atlayıp durduğu. Memiş'e ne demeli? Zır zır zırlayan bir çocuk, hiç susmayan. Aman Allah'ım bu çocuk hiç susmaz mı? Susmuyor işte. Bazen ağlasın, ağlasın ben hiç tepki vermeyeyim; kendi işimle uğraşayım diyorum. Ama olmuyor. Bazen de kucağıma alayım; evin içinde dolaştırayım da sakinleşsin diyorum ancak inanın ona bile enerjim kalmamış oluyor. Özellikle de akşam saatlerinde. Zaten akşam saatlerinde artık pilim bitmiş oluyor. 
İstiyorum ki akşam saat ondan sonrası benim olsun. Ama ne mümkün. Uyumuyorlar. Şu işi bir türlü beceremedim: Saat dokuzda uyutmayı. Bazen diyorum ki sabah yedide uyandıracağım sizi. Bakalım sonra akşam bu kadar geç saate kadar uyanık kalabiliyor musunuz? Ama tabi ki onu ben de yapamıyorum. Erken kalktığımda, onlardan önce, bir saat, sessizliğin tadını çıkarmak daha keyifli geliyor. Kimi zaman kitap okuyorum o muazzam vakitlerde, kimi zaman salondaki köşeme oturup pencereden işe gidenleri, servis bekleyenleri yani insanların güne başlamalarını izliyorum ya da sessizce kahvaltı hazırlıyorum eksiksizce, hiç bir şeyi unutmadan, meyveli filan. Böylece güne sakin başlamış oluyorum.
Güne sakin başlayıp, sakin devam etmek kural olsa keşke. Daha kahvaltı masasında bitmeyen kahvaltı tabaklarıyla çıldırarak devam ediyorsun güne. Şu da bir gerçek ki, bitmeyen kahvaltı tabaklarına çıldırmayı bırakalı epey oldu. Çünkü "yediği kadar" deyip güzel canımı üzmüyorum. Tabi ki kafanıza takmamanız gereken şeyler kahvaltı ile sınırlı değil.
Sırayla gelen, sıra bile değil aynı anda ancak sırayla değiştirilen kakalar, çişler faslı var ki bu, gün içinde periyodik olarak devam ediyor zaten. 
"Beni bu güzel havalar mahvetti" dizelerinin bir de bir anne tarafından anlamı var ki şöyle: Hava güzel olunca mecburen dışarı çıkılacak. Çünkü çocuklara laf anlatılmaz. Böylece dışarıya çıkan iki çocuk annesini perişan etmeye yeter; adeta canını çıkarır bu güzel hava. Çünkü gözler faltaşı gibi, tenis maçı izlercesine bir o yana, bir bu yana bakmaktan, kollar bir onun yönünü, bir bunun yönünü çevirmekten, bacaklar bir ona, bir buna koşmaktan, ağız bir ona, bir buna bağırmaktan bitap düşmüşken hangi güzel havadan bahsediyorsunuz Allah aşkına?
Bir de bunun eve dönünce banyo faslı var. Yemek faslı var. En güzeli de uyutma faslı var. Ancak bol oksijen çocukları çarpıyor mu nedir? Yoruldukça uyumuyorlar, uyumadıkça yorulmuyorlar diye giden anneye saç baş yolduran bir süreç işte.
Sonuç olarak, uyuyorlar; geç de olsa, güç de olsa uyuyorlar. Şimdi en büyük zafer annenindir. Zaferini istediğin gibi kutlayabilirsin ey anne! Ben bu sefer kağıdı, kalemi elime alarak kutladım.