31 Mart 2016 Perşembe

BİR NİSAN YAZISI

Bu bir nisan yazısı olsun istedim. Çünkü nisan ayının insanın içini kıpır kıpır yapan bir enerjisi var. Baksanıza sabah gün doğarken kaldırdı beni yataktan. Sanki sihirli bir değnek değmişçesine zınk uyandım bu güzel nisan ayının ilk sabahına. Demek ki keramet nisanda.
Nisan; kelebekler, laleler, yağmur, uzun günlerin başlangıcı sonra yaz kokusunu yavaş yavaş hissettiren hava, yakın yerler, tatili düşlemek ve en çok da erguvanlar... Sahi erguvan ne zaman açar? Çok şükür nisanın sonunda da olsa o da nisana dairdir. Yani ilk nisan müjdeler erguvanı.
Nisan ayında ne yapmalı? Öncelikle çiçeklerden, böceklerden oluşan görsel şölenin tadını çıkarmalı. Gözlere ziyafet bu ayda kıyıda köşede kalan tüm güzellikler ortaya çıkar. Bir de İstanbul için bu görsel şölenin baş tacı lalelerdir. 
Yağmurda ıslanmalı; ıslak toprak kokusunu içine çekmeli. Yağmurda ıslanırken Adalar da güzel olur. Niye olmasın? Neden hep güneşli havaların mekanı olsun ki? Bir de yağmurlu bir havada bir pastaneye sığınmak. Pastane demiş iken çilek geldi aklıma. Bak o da nisan ayının meyvesidir bence. Çilek deyince çilek reçeli.. Mesela bol bol çilek reçeli yapacağım ben bu ayda. Sonra küçük kavanozlara koyup hediyelik olarak dizeceğim mutfağımın tezgahına. En tatlı hediye mahiyetinde de sevdiklerime götüreceğim yanımda giderken.
Bir de bu ayda gün doğumlarının yerini gün batımları alır benim için. Artık gün batımlarını beklerken, nisan, gökyüzünün kızıla boyanmasının verdiği hazzın tadını çıkaracağım günlerin başlangıcı olur. İkindi çayları daha mı bir tatlı olur ne? Bundan böyle öğle öğünleri tahtını ikindi çaylarına kaptırır.
Nisanın gelmesiyle yaz kokusunu hissettirir zaman zaman. Ama bir hissettirir; bir geri çeker kendini. Gün gelir daha gelmedi yaz diyen; kapılma hemen bir iki tatlı esintiye diyen havalar da yaşarız. Bu da cilvesi olsun nisanın.
En çok da tatil düşlenir nisanda. O yüzden kendini tatildeymiş gibi hissettiren küçük gezintilere çıkılır. Böylece yakın yerler çok kıymetlenir bir anda. Tabi ki benim de var bu ay gidilecek yakın yerler listem.
Bahar yorgunluğunu hissettirmeyecek güzel bir nisan geçirmek dileğiyle..

30 Mart 2016 Çarşamba

EK GIDAYA NASIL GEÇTİK?

Son günlerde anne sütünün önemine ilişkin yapılan yayınlar, kampanyalar, reklamlar çok değerli. Ancak anne sütünü yeni icat edilmiş bir mucize gibi gösterilmesi acaba eskiden anne sütü önemsiz miydi dedirttiriyor bana. Sanırım anne sütünün sahip olduğu mucizevi etki ve ikame edilemezliği bebekleri bu mucizeden mahrum etmemek adına annelere sık sık uyarı yaptırıyor.
Hem sahip olduğu besin  değerleri ile hem de anne ile bebek arasında güçlü bir bağ kurmaya yardımcı olması sebebiyle psikolojik yanı itibariyle anne sütü şart. İki oğlumu da emzirebilme nimetine sahip olduğum için şükrediyorum. Bununla birlikte, anne sütünün hem oğullarımla olan ilişkimize pozitif etkisini, hem de onları fiziksel olarak koruma etkisini bire bir gözleme imkanına sahip oldum.
Annelere doğumdan itibaren en çok sorulan soru "Sütün var mı?" Bu sorunun çok incitici bir soru olduğunu düşünüyorum. Sütü gelmeyen annelere suçluluk hissettiren, sütü olanları da arkasından gelen "sütün yeterli mi?" sorusuyla da sütünün yeterliliğini sorgulattıran bu tip bakış açıları empatiden yoksun ve annenin psikolojisini etkileyen tarzdadır. O yüzden daha iyimser bakış açısıyla yaklaşıp, annenin duygularını anlamaya çalışmak gerekir. Böylece anne rahatlamış olur. Zaten doğumdan sonraki günler çoğu anne için kolay değildir. O yüzden bu süreci bir de anneyi üzecek sorularla daha zor hale getirmenin anlamı yoktur. O yüzden süt konusunda annelere tavsiyem çevreden gelen olumsuz bakışlara aldırış etmeden bu dönemi geçirmeleridir.
Mehmet Yavuz altıncı ayına kadar anne sütü ile sağlıklı gelişimini tamamladı. O yüzden biz altıncı aydan itibaren ufak ufak ek gıdaya geçiş sürecine başladık. Üç öğün şeklinde planladığımız bu geçişte ilk olarak elma-havuç ya da armut- havuç suyu şeklinde öğle üzeri bir öğünümüz var. Elma ya da havucu cam rende kullanarak rendeliyoruz. Ardından bir mendil yardımıyla suyunu akıtıyoruz. Akşam üzeri de yoğurt yiyor. Yoğurdun ev yapımı yoğurt olmasına dikkat ediyoruz. Akşam da sulandırılmış süt ve pirinç unu ile yapılmış muhallebisini yiyor. 
Yedinci aydan itibaren de bu öğünlere öğle çorbalarımız katıldı. İlk olarak patates, havuç ve bulgur ya da irmikten yaptığımız çorbamızı denedik. Patates, havuç ve bulguru haşlayıp bir çay kaşığı zeytinyağı katarak pişirdiğimiz çorbamıza gün geçtikçe farklı sebzeler de katabiliriz. Mevsimine göre sebzeleri katacağımız bu çorbalara patlıcan ve baklayı katmamak konusunda doktorumuz tarafından kesin olarak uyarıldık. Ayrıca ıspanak gibi yeşil sebzeler kullanarak yaptığımız çorbaları da günlük olarak tüketmeye özen göstermeliyiz. Bununla birlikte, ilerleyen günlerde yaptığımız bu sebze çorbalarına bir parça kıyma veya kuzu etini önceden kendi yağında kavurduktan sonra katabiliriz. Haftada üç gün çorbalara bu şekilde et katmak faydalı olacaktır. Tabi ki pişirdiğimiz çorbayı ezerek yediriyoruz. 
Sekizinci aydan itibaren kahvaltı öğünün de dahil olması birlikte ek gıdaya geçiş sürecimiz tamamlanmış olacak. 
Bebeklerimizin en önemli meselelerini ek gıdaya geçiş gibi basit ve kolay konuların oluşturması dileğiyle..

28 Mart 2016 Pazartesi

YOL HALİ

Dünyanın bir yol hali olması hasebiyle sanırım insanın ruhu da çoğu zaman yol halinde. Ancak bu yol hali kimisinde baskın kimisinde pasif durumda. Ruhunda yol hali baskın olanlara bir nevi göçebe ruhlu diyorum ben. Ruh böyle besleniyorsa beden ne yapsın? Tıpış tıpış ruhunun peşinden..
Ama yol halinde olmak da nasıl güzeldir? İşte benim göçebe ruhum da yol halinde olmaktan çok hoşlanır. Bazen yerleşiklik ile göçebelik arasında sıkışıp kalsam ruhum uçar gider.. Kelebek misali.. Yerleşiklik; bir yere kök salma bana göre değil sanırım. Ancak yine de insanın kendini ait olduğunu hissettiği bir yerlerin olması gerekir. Dönüp dolaşıp geleceği bir yerler. Kokusu burnunda tüten, her karış toprağının görüntüsü hafızasından silinmeyen bir yer, yerler.. Çünkü özlemek güzeldir. Hele ki bir yeri özlemek; insana yaşadığını hissettirir. Çünkü ucunda varmak vardır. Varmak için çalışmak; sonra ulaşmak. Gurbetin asıl amacı da bu değil midir zaten?
Bir de merak duygusuyla çıkılan yolculuklar.. Nasıl heyecanlanır insan? Yeni yerleri keşfetmenin bana verdiği haz paha biçilmezdir. Bana yaşadığımı hissettiren en büyük duygulardan biri de işte bu yolculuklar sanırım. İnsan bir yerlerin peşine düştüğünde, hayalinden bile olsa hayattaki başka olumsuzlukları görmüyor. Bir hayalin peşine düşmek gibi bir yerin peşine düşüyor; hayali oluyor.
Mesela benim hayalimdir, Himalayalar..Dünyanın çatısı..Bir dağ silsilesi olan Himalayalar'ın en yüksek tepesi olan Everest'e, küçükken bir dağcı olup tırmanmayı hayal ederdim. Dağcı olamadım ama kim bilir belki bir gün oğullarımla Himalayalar'da trekking yapar; yüzyıllardır Everest'in eteklerinde yaşayan, hayvancılıkla uğraşan ve Doğu Tibet'ten Nepal'a göç eden etnik bir grup olan Şerpalar'ı ziyaret ederim.
Bir de son günlerde bir yerin daha peşine düştüm: sakura zamanı Japonya. Meyve vermeyen bir tür kiraz ağacı olan Sakura, Japonya'da baharın müjdecisidir. Ancak Sakura baharı müjdelerken bir yandan da her şeyin geçiciliğinden dem vurur. Öyle ki, Sakura yani kiraz çiçeği daha solmadan en güzel halindeyken dalından düşer. Kiraz çiçeğinin bu hüzünlü hikayesi bana kelebeği hatırlattı. Dünyanın bir ucundan diğerine giden, birbirinden ilginç yerler keşfeden kelebek de zamanını doldurur; oyalanmadan kısacık ömrünü güzelliklere güzellik katan halinde iken tamamlar.
İşte yol hali de sakura ve kelebeğin bu hüzünlü hikayesi gibidir benim için. Sanki kısacık ve en güzel halinde sonlanmış gibi bir his verir. Adeta tadı damağımda kalır.
Tadı damağımızda kalan nice yol hallerimiz olsun..

22 Mart 2016 Salı

EYVAH İKİ YAŞ SENDROMU!

Son günlerde Ahmet Tarık'da anlam veremediğimiz birtakım değişiklikler olmaya başladı. Bu farklı davranışlar da bizi endişelendirdi. Pek ciddi olmayan bir hastalıkla gelen bu değişiklikler, daha sonra hastalığın Ahmet Tarık'ı terk etmesine rağmen devam etti. "Acaba bunalımda mı?" dedirten türden farklı tavırlar bizi çok zorlamaya başladı. Her şeye karşı bir reddediş, özellikle de yemeğe karşı ilgisizlik ve isteksizlik karşısında biz de çaresiz kaldık. Bu asi tavırlar da neyin nesiydi?
Meğerse biz iki yaş sendromunun eşiğindeymişiz. Böylece kendimizi iki yaş sendromuyla tanışmış bulduk. İki yaş sendromu neydi? Ne zaman başlar, nasıl biter? Ne yapmalıyız? Nasıl baş edeceğiz? gibi sorularla baş başa kalmanın da zamanı geldi.
"Terrible two" da denilen iki yaş sendromu, çocukların 12-36 aylık dönemini kapsamaktadır. Bu dönemde çocuk kendini sözsel açıdan tam olarak ifade edemediğinden, bedensel hareketlere sık sık başvurabilir. Örneğin, bir şeyi yapmak istemediğinde, yemek istemediğinde kafasını sallayabilir ya da eliyle itebilir. Yine sık sık öfke nöbetlerine girdiği bu dönemde elleriyle sert hareketlerde bulunabilir hatta vurabilir. Zaten bu dönemin en önemli özellikleri de çocuklarda meydana gelen öfke nöbetleri, hırçınlık, isteklerini ağlayarak belirtme, uyumak ve yemek istememektir.
Yine bu dönemde ebeveynlerin yapmaması gereken birtakım şeyler de var. Örneğin ebeveynlere düşen en önemli görev çocukla inatlaşmamaktır. Bununla birlikte, yapılmaması gereken davranışa karşı net bir tavır koyup bunu sürdürmek gerekir. Yani çocuğun istenmeyen davranışının engellenerek dikkatini başka yöne çekmek yanlış bir tavırdır. Hepimiz zaman zaman bu yönteme başvururuz. Dolayısıyla ağlamasına izin verin. Ağlasın ve içini döksün. Bu arada siz de ağlamasına sebep olan olayla ilgili uzun açıklamalar yapmak ve nasihatlar vermek yerine, "biliyorum, çok üzüldün", "hayal kırıklığına uğradın" gibi cümleler kurarak duygularını ifade etmesine yardımcı olabilirsiniz. Aynalama yöntemi olarak bilinen bu yöntemi kullanırken çocuğun boy seviyesine inerek gözlerine bakmak önemlidir. Bu yöntem benim daha önce okuduğum ve iki yaş sendromundan önce de sık sık başvurduğum bir yöntemdi. Böylece ona "seni anlıyorum" mesajı vererek ilişkimizi de kuvvetlendirdiğime inanıyorum. Hem bir kriz anında daha da kolay sakinleştiğine tanık oluyorum.
Biz ebeveynler için bu dönem, çocukların keşif yaparak öğrenmelerine, keşif yapıp dünyayı tanımalarına tanıklık ettiğimiz harika bir deneyim olabilir. Ancak keşif yaparken nelere dikkat edilmesi, sınırlar gibi konularda denge kurmak oldukça zor. Bu konu benim de oldukça zorlandığım bir alan. Bunun için evlerimizi çocuk dostu evler haline getirmek gerekir. Ben de mümkün olduğunca evimi çocuklar için uygun hale getirmeye çalışıyorum. En azından çocukların erişmesini istemediğimiz şeyleri ortadan kaldırabiliriz. Böylece çocuğumu devamlı engelliyorum kaygısından da kurtulabiliriz. 
Çocuğun bir birey olduğunun farkında olduğu ve dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşündüğü bu dönemde çocuklar aşırı ısrarcı olabilirler. İnatlaşma da dediğimiz bu duruma karşı en iyisi görmezden gelmedir. Çünkü çocuğun bir konudaki aşırı taleplerine karşı uzun uzun açıklamalar yapmak, ikna etmeye çalışmak başarısız olacaktır.
Benim en çok uyguladığım ve başarılı da olduğunu düşündüğüm taktik ona sorumluluk vermek. Örneğin kardeşinin altını değiştirdiğimde bezini çöpe atmasını Ahmet Tarık'tan rica ediyorum. Islak mendili getirmesi, ya da biri bir şey istediğinde götürmesi hatta bulaşık makinesini boşaltırken bana yardım etmesi, kirli kıyafetlerini kirli sepetine atması vs. oğlumun günlük işlere dahil olmasını sağlarken vakit geçirmesine de yardımcı oluyor. 
Son günlerde müziği daha fazla hayatımıza sokarak kimi zaman dans edip enerjimizi atıyoruz kimi zaman da sakinleşiyoruz. O yüzden müzik kesinlikle hayatımıza dahil olmalı. Hem böylece süreç daha kolay atlatılabilir.
Aynı zamanda çocukların enerjilerinin tavan yaptığı bu süreçte enerjilerini atmalarını sağlamak da anne-baba olarak üzerimize düşen en önemli görev sanırım. Neyse ki ben kar kış demeden, soğuğa aldırış etmeden çocukla kendimi dışarıya atabilenlerdenim. Çocuklar da kesinlikle dışarıda keşif yaparak daha çok şey öğreniyorlar. Bu yüzden her gün mutlaka açık havada bir aktivite planı yapılmalı.
Bu süreçte çocuklarla birlikte  bol sabırlı, bol enerjili, biraz boşvermişli ve her zaman şefkat dolu günler diliyorum..

MÜZİKLERİN YOLCULUĞU: CAZ

Yaşamın önemli bir parçası olan müzik herkesin hayatında öyle ya da böyle bir yer tutar. Müzik kimine göre bir tutkudur; yaşam tarzıdır. Bununla birlikte, tutku seviyesinde olmasa da hepimizin hoşuna giden, dinleyince bizi mutlu eden hatta farklı dünyalara sürükleyen müzikler vardır. Müziğin en güzel yanı da insanları birbirine yaklaştırmasıdır. Daha yeni tanıştığımız birisine sorduğumuz ilk sorulardan biri de ne tür müzikten hoşlandığıdır. Eğer iki kişi aynı tür müzikten hoşlanıyorsa aynı heyecanları, aynı duyguları paylaşıyor demektir. Çok farklı iki kültürden insanın bile aynı tür müzikten hoşlanması paylaşımlarını nasıl da arttırır. O yüzden müzik denen muhteşem melodilerin, ses tınılarının insanlar arasındaki iletişimi sağlayıcı rolü kesinlikle küçümsenmemelidir. 
Bunun yanında, herkesin gönül tellerini titreten müzikler farklıdır. Caz müziğinin benim için yerinin farklı olduğu gibi. Caz müziğini sevmemin nedeni bir azınlık müziği olması olsa gerek. Bu azınlık müziğinin doğuşunda da farklı kültürlerin katkısının olması beni caza daha da yaklaştırıyor.
Caz müziğinin doğuşunda en önemli kent olan New Orleans 1900'lerin başında birçok halka ve kültüre ev sahipliği yapmaktaydı. Öyle ki siyahlar arasında bile oldukça farklılıklar mevcuttu. Bununla birlikte, kentte Fransız- İspanyol kültürü de etkiliydi. Bu farklı toplulukların müziğe olan düşkünlüğü de caz müziğinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Müziğe olan bu ilgi çağlayan bir pınar gibi adeta kentten fışkırıyordu. Günümüze kıyasla nüfusunun azlığına rağmen kentte otuz ayrı orkestra bulunmaktaydı. Dolayısıyla Missisipi Nehri gibi müzik de bu kentte akıyordu adeta.
Herakleitos'a ait olan ve değişimi vurgulayan "Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz" sözü gibi caz müziği de aynı zamanda değişimi ifade etmektedir. Benim de çok hoşuma giden bu özelliğine göre, caz tarihi çok akıcıdır. Büyük caz müzisyenleri kesinlikle müziklerinde yaşadıkları dönemin olaylarını yansıtırlar. Büyük dünya savaşları, insan hakları hareketleri, vs. cazda yaşanan ve yaşatılan duygulardır. Bu da caz müziğine çok büyük bir canlılık ve zenginlik katar. İşte müzikteki bu değişimi hissetmek de insana kesinlikle çok büyük bir haz veriyor. 
Bir de caz deyince hemen akla gelen isimler var. Bu isimlerden en önemlisi de Louis Armstrong. Trompetçi olan Louis Armstrong'un hayat hikayesi onun içindeki müzik dehasını ortaya seriyor. Öyle ki işçi olan babası ile temizlikçilik yapan annesi o daha küçükken ayrılırlar. Daha sonra ıslah evine giren Louis Armstrong, müzikle burada tanışır ve hayatı boyunca da trompeti elinden bırakmaz. Müzikteki bu başarısını ve yeteneğini iletişim becerisi ile birleştirir. Müzik eğitimi almamış olmasına rağmen hissettiklerini muhteşem bir şekilde müziğine yansıtması onu başarıya götürmüştür. Zaten müziğine duygularını yansıtması yaşadığı dönem itibariyle yeni karşılaşılan bir durumdu ve bu mesaj olarak tüm dünyaya yayıldı. Bundan sonra sadece cazda değil diğer müzik türlerinde de müzisyenler duygularını müziklerine yansıttılar. Dolayısıyla bu çok önemli bir mesajdı. 
Tarihte bir terapi yöntemi olarak da kullanılan müzik, hepimizin hayatında öyle ya da böyle var. Müziğin benim için sakinleştirici tarafı yanında duygularını ifade etme aracı olmasını da önemsiyorum. Kim bilir belki bir gün ben de duygularımı müzikle ifade etmeye cesaret ederim. En önemlisi de çocuklarımın bu konudaki eğilimlerini kesinlikle destekleyeceğimdir. Onun için de bir yolculuk olan müziğe sık sık çıkartıyorum çocuklarımı. Böylece kimi zaman kendimizi müziğin ritmine kaptırıp bebeklik, çocukluk ve yetişkinlik sıkıntılarımızı gideriyoruz. 
Bu müzik yolculuğumuzun hiç bitmemesi dileğiyle..

21 Mart 2016 Pazartesi

AH CANIM İSTANBUL

Her şehir benzersizdir elbette.. İstanbul da eşi benzeri olmayan şehir.. Bu şehir için yazılan kitapların, şiirlerin, yapılan resimlerin haddi hesabı yoktur. Çünkü İstanbul insanın damağında bir tat bırakır. Bu yüzden özlenir. Çok sık gitmediğin bir semti, bile düşebilir insanın aklına gurbette iken. 
Sonra seyrine doyamazsın Boğaziçi'ni. Eğer gerçek bir İstanbul tutkunu isen kesinlikle Boğaziçi çeker insanı kendine. Bir gün görmesen ertesi gün ineyim bir Boğaz'a, denizin kokusunu içime çekeyim, alayım havasını demeden duramazsın. 
İstanbul birbirinden farklı, birbirinden güzel öyle semtlere sahip ki her biri ayrı ayrı özlenesi olur. Herkesin İstanbul'u farklı mıdır acaba? Bir de yaşanmışlıklar mı acaba İstanbul'un insanın gönlünde bir taht kurmasını sağlar? Herkesin kendine özgü bir İstanbul'u vardır mutlaka. İstanbul'un her köşesi de insanın kalbinde taht kurmaya değer. Yaşanmışlıklar da İstanbul'u elbette farklı kılar gönüllerde. Ancak İstanbul'u İstanbul yapan çok az şehirde bulunan tarihi geçmişinde, bu şehirde yaşamışların, bu şehre anlam katanların ruhunda bence.. Ruhu var bu şehrin ve bu ruhu farkettiğinde sana daha farklı görünüyor kesinlikle. Ve ruhu olan şehirler var dünyada tıpkı İstanbul gibi.
Sakin bir pazar günü İstanbul'u turlarken, Yahya Kemal Beyatlı'nın "Sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul", dediği gibi, ben de arabanın penceresinden İstanbul'a bakarken, kuşların semalarında uçtuğu, siluetine minarelerin hakim olduğu, aynı zamanda Galata kulesinin eşlik ettiği bu manzara, daha önce hiç görmemişcesine büyüledi beni. Beni zamandan ve mekandan koparan bu kısacık an; tadı damağımda kalan bu lezzet, İstanbul'da yaşamama rağmen her zaman yakalayamadığım bir andı. Şimdi anlıyorum da İstanbul'un ruhunu yakalamışım oysaki ben o an..
İstanbul'un bu ruhunun farkında olan ve yaşatacak olanların kaybolmaması dileğiyle..

15 Mart 2016 Salı

ÇOCUĞUMA NASIL SINIR KOYMALIYIM?

Çocuk gelişimi konusunda yararlandığım birçok kaynağın yanında içgüdülerim, yakınlarımın tecrübeleri ve bütün bunların oluşturduğu çocuk yetiştirme konusunda oluşturduğum düşünce kalıpları bana yardımcı oluyor. Her şeyden önce çocuk eğitimine farklı açılardan bakan uzmanların, yazarların kitaplarını okuyup kendi düşünce sistematiğime uygun olanları uygulamaya çalışıyorum.
Son günlerde çocuklara sınır koyma konusunda nasıl davranmam gerektiği üzerine kafa yoruyorum. Çünkü çocuklara sınır koyma konusu çok yorucu ve yıpratıcı bir süreç. Hem çocuklarına yumuşak davranan hem de cezacı bir yaklaşım benimseyen ebeveynler için bu süreç oldukça zor.
Ben çocuklara yumuşak davranan bir anne olarak aynı zamanda çocuklara sınır koymanın gerekliliğine de inananlardanım. Çevremde çocuğu her şeyi keşfetsin, öğrensin diye sınır koymayan; sınır koyarsa çocuğunu engelleyeceğini düşünen bir sürü anne var. Elbette ki çocuk hayatı dokunarak, yaşayarak öğrenecek, keşfedecek. Ancak kurallar da hayatımızın bir parçası ve çocukların kuralları da öğrenmesine ihtiyacı var. Zaten çocuklar da sınırlarını bilmek isterler. Ne kadar ileri gidebileceklerini öğrenmek isterler. Onlara sınırı koyan da bizim davranışlarımızdır. Bizim davranışlarımızdan yaptıkları çıkarımlar sonucu onlar da kendi davranışlarını belirler. Ancak ebeveynler bu konuda tavırlarını net ve açık olarak göstermelidir. Böylece çocuk ve ebeveynleri arasında sağlıklı bir ilişki kurulur ve çocuğun öğrenme süreci başarılı bir şekilde gelişir.
Bu konuda daha önce okuduğum Ali Çankırılı'nın "Çocuklara Söz Geçirme Sanatı" kitabı yanında, son günlerde okuduğum Robert D. Mackenzie'nin "Çocuğunuza Sınır Koyma" kitabı benim için çok faydalı oldu. Bu kitap ebeveynlerin çocuklarına sınır koyarken takındıkları tavrın nasıl olması gerektiğini, hangi yöntemlerin benimsenebileceğini çok akıcı ve anlaşılır bir dilde izah ediyor.
Yazarın vurguladığı gibi, ebeveynlerin vereceği net mesajlar ve etkin davranışlar çocuğun kurallara uymasını kolaylaştırmakta ve ebeveynle çocuk arasındaki yıpratıcı ilişkiyi sonlandırmaktadır. Aynı zamanda sözlerimiz ve davranışlarımızın birbirine uyması gerekir. Aksi takdirde, öğretme ve öğrenme süreci sekteye uğrar. 
Çocuğa verilen net sözlü mesajın ardından çocuk yanlış davranışa devam ediyorsa, davranışsal adıma geçip çeşitli yöntemlerle çocuğun bu yanlış davranışını sonlandırmak gerekiyor. Bu yöntemler sakinleşme ya da son verme, mola, teşvik etme ve sonuçlara katlanma olabilir. 
Çocuklara sınır koyarken yapmamız ve kaçınmamız gereken önemli noktalar var. Örneğin çocukların yanlış davranışı görmezden gelinmemeli, pazarlık yapılmamalı, gereksiz tartışma ve çekişmeden kaçınılmalı, rüşvet ve özel ödüller kesinlikle teklif edilmemelidir. Anne babanın davranışları arasında tutarlılık olmalıdır. Bence en çok dikkat edilmesi gereken kurallardan biri de çocuğa bağırarak değil de normal ses tonuyla yaklaşılmasıdır. 
Öte yandan, çocuğun yanlış davranışı sonucunda katlanması gereken sonuç anlatılmalı ve bu konuda taviz verilmemeli. Oyuncaklarını toplamadan dışarı çıkması istenmiyorsa, ya oyuncaklarını toplarsın ya da dışarı çıkamazsın mesajı verilmelidir. 
Sonuç olarak çocuklarına sınır koymak isteyen ebeveynler kurallarını net ve açık olarak belirtmeli ve çeşitli yöntemlerle yanlış davranışı sonlandırmalıdır. 

14 Mart 2016 Pazartesi

BİR GÜN BİZ DE AKZAMBAKLAR ÜLKESİ OLUR MUYUZ?

Akzambaklar ülkesini ilk okuduğumda ütopik bir proje gibi gelmişti. Ülkemiz için düşlediğimiz güzel günler vardır ya hep. Refah, ferah, güvenli, barış dolu bir ülke olsun isteriz. Bunun için de okulundan, kıraathanesine, marketinden hastahanesine her yerde şöyle yapmalı, insanları böyle eğitmeli, ülkeyi kalkındırmalı, fabrikalar açmalı, üretim kapasitesini arttırmalı, tarım geliştirilmeli vs. gibi nutuklar atar, sohbetler ederiz.
İşte Finlandiya doğal kaynakları olmayan, bataklıktan oluşan, nüfusu bir avuç olan, önce İsveç'e sonra Rusya'ya bağımlı bu küçücük ülke, bizim hayallerimizdeki projeyi gerçekleştiriyor. 
Kitabın yazarı Grigori Petrov der ki: "Yüzyıllar öncesinden bu yana söylendiği gibi, her ulus hak ettiği biçimde yönetilir." Ben de bu cümle üzerinden bakıyorum ülkeme. Bizi yönetenler bizim içimizde çıkıyor öyle değil mi? Eksiklikleri olsa da hala bir demokrasiye sahip olduğumuzu düşünürsek, içimizden çıkan yöneticilerimiz bu toplumda yetişiyor. Dolayısıyla ayna misali biz yönetilenler için oluşturulan politikalarda eğitimde, sağlıkta, çevrede, insan haklarında, aile ve sosyal politikalarda, kısacası yönetimin her katında şahit olduğumuz eksikliklerde, hatalarda, yanlışlarda her birimizin payı olduğunu da kabul etmeliyiz. 
Kesinlikle durup önce kendimize bakmalıyız? Vicdanımıza, kalbimize, duyarlılığımıza, hoşgörümüze, insanlığımıza.. Gerçekten toplum olmayı başaramadıktan sonra özgür de olamayız. Özgürlük ise vicdanlı, duyarlı, hoşgörülü, farklılıklara saygılı, ne kadar farklı kökenden de gelse aynı yöne bakmayı başaran toplumlarda yeşermekte. İnsanların kalplerinde hırsın, kinin, nefretin hakim olduğu toplumlar özgürlükten uzaklaşırken korkunun hakim olduğu atmosfer de insanları ümitsizliğe sürüklüyor. Dolayısıyla kalplerimizden sorumluyuz. Bu yüzden tükettiğimiz ömrümüzün, bir ülke geleceğinde, gelecek kuşaklar üzerindeki etkisini hesaba katmalıyız hayatımızın her bir saniyesini yaşarken. 
Finlandiya bataklıklar içinde akzambaklar yetiştirmeyi başarmış. Biz de akzambaklar yetiştirmek istiyorsak önce kendimizi yetiştirmeliyiz. Yaşadığımız olumsuzlukları da paranoyakça başkalarından bilmek yalnızca bir kısır döngünün içine hapsolup kalmaya neden olur. 
Akzambakların önce içimizde büyümesi dileğiyle...

10 Mart 2016 Perşembe

EV YAPIMI AYVA REÇELİ

Bugün Şermin Çarkacı'nın Ev Yapımı Sihirli Değnek kitabını okudum. Sonra kalktım; gittim ev yapımı ayva reçeli yaptım. Ayva reçelinin mis gibi kokusu evime yayılırken bir yandan da okumaya devam ettim. Benim kokum da reçel kokusu, kahve kokusu, nergis kokusu, frezya kokusu işte Şermin'ciğim..
Kokla diyor çünkü kitapta kendi kokunu bul. Daha neler diyor neler.. Heyecanla okuduğum Ev Yapımı Sihirli Değnek bana çok iyi geldi. Kelimeler tanıdık, yaşananlar tanıdık, hissedilenler tanıdık.. İşte bütün mesele hayatımızdaki küçük mutlulukları keşfetmek ve yaşanan mutlu anları yaşanıldığı anda farketmek.
O yüzden bebeğimin kokusunu iki kere içime çekiyorum artık. Bazı zamanlar oluyor ki Ahmet, Mehmet gülüyoruz aynı anda. Hepimizin güldüğü başka oysa. Paha biçilmez değerdeki bu anın zihnimdeki muhteşem fotoğrafı bana kar kalıyor.
Sonra Mehmet Yavuz'u ayağımda sallarken bir yandan da okuduğum iki cümle, kendime ayırdığım en güzel, en keyifli vakit işte.
Kitapta hayatı kendimize zindan etmemenin yolları harika bir dille anlatılmış. Birçoğumuz bu yolları biliyor ve uyguluyoruz çoğu zaman. Ta ki bu, şu ya da o, bizim yolumuzu tıkayana kadar.. Biz yolumuzda mutlu, mesut, hayat dolu, iyimser giderken mutlaka çıkıyor karşımıza hayatı yorumsuz yaşayan.. Önemli olan o anda müdahale edip çekil yolumdan demek. Yani bu köstek olanı aşıp yola devam etmek..
Hele de etrafınızda sizin gözünüzün içine bakan minik gözler varsa. Dolayısıyla daha da sarılmalı insan bu güzel misyonuna.
Son zamanlarda ben de uyguluyorum bana iyi gelenler listesini: bulduğum her fırsatta, zaman kırıntısında kitap okuyorum, yürüyüşe çıkıyorum, kendime çiçek alıyorum, kitapçı geziyorum, sevdiğim bazen de tanımadığım birine hediye alıyorum. Ah bir de çok özlediğim asıl İstanbul'umun sokaklarında kaybolsam. Havalar bir ısınsın o olur diyorum kendime. Hem de Ahmet, Mehmet, ben. Çünkü onlar bana yük değil; hayatımın en değerli parçaları..Onlarla gezmenin zevki de bambaşka.
Sonra yazmak...Yazmak hep varmış bende..

8 Mart 2016 Salı

KADIN OLMAK ÜZERİNE

Her ne kadar, 8 Mart Dünya Kadınlar gününe karşı ideolojik bir bakış açısıyla yaklaşılsa da sonuç olarak kadın kadındır ve önemli olan tüm kadınların sorunları ve hakları değil midir? O yüzden ben böyle özel günlerin sorunları gündeme getirmesi ve farkındalık oluşturması açısından vesile sayıyorum. Çünkü kadın olmak zor iştir. Erkek egemen bir dünyada çok vasıflı bir varlıktır adeta. 
Bugün herkes kadın haklarından, kadının erkekle eşit olduğundan bahsediyor. Evet haklar konusunda kadın ve erkek insan olmaları itibariyle eşit ve aynı ancak özellikleri bakımından öylesine farklı ki.. Bu yüzden ben kadının daha çok farklılıklarından bahsetmek istiyorum.
Kadın deyince aklıma her şeye yetişen, hiç yorulmayan, şikayet etse bile pes etmeyen, inandıkları uğruna savaşan, fiziksel olarak olmasa bile manen çok güçlü varlıklar geliyor aklıma. Dolayısıyla bir kere kadın çok yönlü düşünebilmesi, bir işi bırakıp diğer işe hemen dikkatini yoğunlaştırabilmesiyle ayrılıyor erkeklerden. Sonra her işe duygularını katabilmesi. Bu zayıflık olarak görülse de insanın bir işe duygularını katabilmesi kadar güzel bir şey var mıdır? Bir işte, yerde, insanda kalbinizin attığı kadar varsınız. Kadın eli değmiş gibi.. Ne kadar güzel bir sözdür. Keşke her şeye kadın eli değse ve güzelleşse ortaya çıkan her iş. Örneğin siyasette daha çok kadının olduğu ülkeler mi daha refah daha ferah yoksa erkek egemen siyasete mahkum bir ülke mi? 
Elbette bir kadının çevresini güzelleştirebilmesi için de önce kendi kendinin farkına varması gerekir. O yüzden kadınların kendileri için oluşturulmuş kalıpları reddedip, kendi olmaları, kendi potansiyellerini keşfetmeleri önemlidir. Başka kadınlar gibi olmak, onların hayatlarını kopya etmek bence bir kadının yapması gereken en son şey olmalıdır. Çünkü her kadın çok özeldir. Bize verilen en güzel lütuf olan, her şeyi içine alabilecek büyüklükteki kalp ve merhamet duygusu yanında da çok yönlü düşünebilme kabiliyetine sahip beynimizi unutmamalıyız.
Bir kadının en güzel vasıflarından biri de anne olmak sanırım. Neden annelik kadına özgü? Annelik vasfına kadın erkekten daha uygun olduğu için olsa gerek. Çünkü çocuğuna karşı sevgisini, şefkatini, merhametini göstermesi erkekten daha farklıdır. Bu farklılık da kadına çok yakışır. O yüzden kadınlara düşen çocuklarına daha çok sevgi, merhamet ve şefkat göstermeleridir. Çünkü kadının dünyayı değiştirebilmesinin; güzelleştirebilmesinin ilk adımı burada gerçekleşir.
Ben farklıyım çünkü kadınım...

4 Mart 2016 Cuma

FREZYANIN KULAĞIMA FISILDADIKLARI



Bugün frezyalı bir cuma olsun istedim. Gittim kendime bir buket frezya aldım. İlk önce kokusunu içime çektim. Allahım bu ne koku, ne güzel renkler.. Yaratılışının mucizesine takılıp düşündüm sonra. Tefekküle daldım bir süre.

İnsan gününün bir saatini tefekküle ayırmalı sanırım. Bir deniz kenarına gidip denize bakıp düşünmeye dalmak ve yaratılış gayemiz üzerine kafa yormak, insanın iç huzuru için ne kadar faydalı olur değil mi? Ya da deniz kenarına gitmeye gerek yok; işte bir buket çiçek, bir meyve veya sebze ya da evladın gözleri bizi yaratılanların muhteşemliğine tanık ettirmez mi? Gün içinde her şeye vakit ayırıyoruz ama etrafımızdaki güzelliklerin gerçekten farkına varıp şükretmeye daha az zaman ayırıyoruz sanırım. 

Geçenlerde radyoda eli uzun olmak tabiriyle ilgili dinlediklerim geldi sonra aklıma. Eli uzun olmanın olumsuz bir anlamı olduğunu düşünürdüm. Oysa öyle değilmiş. Eli uzun olmak insanın etrafının farkına varmak ve kimin eksiği varsa ona yardım etmek demekmiş. Dolayısıyla yine farkındalık hep farkındalık.. Ve empati.. Kendi kabuğumuza çekilip sadece kendi ihtiyaçlarımızı görmek ne kadar insani olabilir ki? İnsan çevresinde olup bitenlere dikkat etmeli adeta kulak kesilmeli, kendisine anlatılanları can kulağıyla dinlemeli ki zamanı geldiğinde yardımcı olabilme fırsatı bulabilsin.

İşte biraz da her şey dinlemeyi bilmekle oluyor. Dinlemeyi pek bilmeyen bir toplum olarak keşke karşımızdakini dinlesek; söylediklerine önem versek. Hep kendimize dönük değil de; çevremizde olup bitenlere de algımızı açsak. Bugün sana yarın bana ne kadar da güzel bir sözdür. Çünkü hiçbir şey olduğu gibi kalmıyor. Tıpkı hiçbir şeyin sahibi de olmadığımız gibi..Her gün paylaşmak düşüyor bize görünürde sahip olduklarımızı.

Bugün bir buket frezyanın kulağıma fısıldadıkları bunlardı. Dolayısıyla etrafımızdaki güzelliklerein bize anlatmak istediklerine odaklanmak gerek. Dünyaya başka gözle bakmak dileğiyle...



3 Mart 2016 Perşembe

KOŞARKEN İYİLİK PEŞİNDE OLMAK

Spor hepimizin hayatında öyle ya da böyle bir yer tutar. Kimimiz düzenli spor yaparız, kimimiz sporla bir barışık bir küs ilişki içinde oluruz, kimimiz de sadece ilgilendiğimiz spor müsabakalarını izlemekle yetiniriz. Sporun hayatımıza kesinlikle katılası bir aktivite oldu ayrı bir yazı konusu. Ancak ben sporun bir de görünmeyen yüzünden bahsetmek istiyorum. Bu yazıya vesile olan da eşim. Kendisi bir koşucu olarak koşu yarışmalarını takip eder ve aktif olarak bu yarışlara katılır.
Bizler sosyal medyada, televizyonda, gazetelerde karşılaştığımız sporla ilgili yarışlarda genellikle yarışmacıları takip eder; yarışın gidişatıyla ilgileniriz. Oysa bu tip yarışlar çoğu zaman sosyal bir mesaj da vermektedir. Nedense o sosyal mesaja gözlerimizi kaparız. Ancak bu konuda farkındalık oluşturmak lazım. Yarışların bu sosyal mesajları içermesi görüntü sağlamak için değil; gerçekten bu konuda ihtiyaç sahiplerine yardımda bulunmak, bir el atmak içindir.
Pazar günü Antalya'da yapılacak olan Runatolia koşusunda da Türkiye Omurilik Felçliler Derneği adına bir bağış toplama kampanyası gerçekleştiriliyor. Omurilik felçlileri ile ilgili ben de çok yakın bir zamanda okuduğum bir kitap sayesinde farkındalık kazandım. Şunu akıldan çıkarmamak gerekir ki, şu anda hayatımızda her şey yolunda gidiyor olabilir fakat bir anda tüm hayatımız tepetaklak olabilir. Kurduğumuz hayaller, yapılacak geziler, bitirilecek okullar, projeler, işler vardır. Ama bazen hayat bizim planlarımızın tamamen dışında gelişir. Bir anda bir kaza geçirebiliriz ve karşılaştığımız bu yeni durum karşısında yapacak hiçbir şeyimiz yoktur; bu halimizi kabullenmeyi başardığımız takdirde de çevremizdekilerin bizim için hayatı kolaylaştırmasını umar ve bunun için çalışırız. 
İşte bizim de çevremizde bu duyguları yaşayan birçok insan var. Dolayısıyla kayıtsız kalmamak gerek.. Çünkü yarın ne olacağımızı bilmiyoruz.  
Siz de Türkiye Omurilik Felçlileri Derneği'ne bağışta bulunup, bir akülü tekerlekli sandalye alınmasına katkıda bulunmak isterseniz aşağıdaki linki tıklayabilirsiniz:
https://bagis.adimadim.org/?ccid=CC8122



2 Mart 2016 Çarşamba

HOŞ GELDİN BAHAR

Bugün Mart ayına girmekle beraber bahara da adım atmış bulunuyoruz. Birkaç gündür havaların da güneşli ve ılık geçmesi ile kendimi iyice bahara kaptırdım sanırım. Baharın ilk nüveleri bile insanın içini kıpır kıpır yapıyor. Kendimi hep bir dışarı atasım var. Yürüyüş yapmak, deniz kıyısına inmek, açık havada bulunma isteği ile beraber baharda yapılacaklar listesi oluştururken buluyorum kendimi bir anda.
Hem kendimi hem çocukları hem geniş ailemizi düşünerek yaptığım bu planlar, beni bahara girerken daha bir motive ediyor sanırım. Hafta sonları yakın yerlere yapılacak geziler için, İstanbul'un tarihi ve çok özlediğim sokaklarında kaybolmak için, boğaz gezileri için, tüm ailecek yapılacak pazar kahvaltıları için organizasyonlar yapmadan duramıyorum.
Doğanın uyanışı adeta beni kendine tanıklık etmeye çağırıyor. Etrafımızda beyaz gelinlik giyinmiş gibi ağaçlar, açan papatyalar, yemyeşil çimler gördükçe kayıtsız kalamıyorum doğaya. Hele ki yanımızda bu uyanışı yeni keşfeden çocuklarım varsa daha bir keyifli oluyor baharın gelişi sanırım.
Bir de değişen ruh halleri, yorgunlukları, hüzünleri var bu mevsim geçişlerinin. Ne depresif ruh halini, ne hüznünü, ne de yorgunluğunu derinleştirmeden sıyrılmak lazım bu tehlikeli geçişten. Evet uçan kuş, açan çiçek iyi geliyor bünyeye. O yüzden üşengeçlik illetinden kurtulmak gerek. en çok hareketsizlik yoruyor insanı, daha çok hüzne boğuyor, bunaltıyor.
Bahar mevsiminde ne yapmalı? Bol bol yürüyüş... Farklı güzergahlarda yapılan yürüyüşler insanın yeni mekanlar, dükkanlar keşfetmesini de sağlıyor.
En iyisi gidin kendinize bir demet frezya alın. Frezya da ilkbaharın gelişi değil midir zaten. Mis gibi kokusu da ne miskinlik bırakır insanda ne de hafakan. Sonra kahvenin mis aroması da arkadaşlık eder frezyanın bahar kokusuna. Böylece bahara dair bir tat kalmış olur zihinlerde.
Bir de manolya geldi aklıma bahar deyince. Manolya avcılığı yapmak gerek belki. Bugün aldım haberini; Bebek'te inşirah yokuşunda görülmeye değer bir hal almış ünlü manolya ağacı. Ne güzeldir şimdi boğaz erguvan mevsimine hazırlanırken.. Hep bir hazırlık, telaş şimdi her yerde. Elbette tanıklık etmek gerek olup bitene. O yüzden şimdi kalkma vakti..