28 Şubat 2016 Pazar

ATATÜRK ARBORETUMU

Atatürk Arboretumu İstanbul'da Bahçeköy'de yer alan bir botanik bahçesi. Uzun zamandır girmek istediğim ve geçtiğimiz haftasonu gitme fırsatı bulduğum bu ağaç ve bitki müzesi tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Burası her şeyden önce İstanbul'da saklı bir bahçe. Çeşit çeşit bitki türlerinin yer aldığı bu ağaç parkta sessiz bir ormanda, sadece kuş seslerinin arasında kendinizi şehrin çok uzağında hissedebilirsiniz.
Aynı zamanda gölet, gölette yüzen ördekler çok hoş bir manzara sunuyor. Ağaçların arasında yürüyüş yapmak, mis gibi temiz havayı içinize çekmek ve ayaklarınızın altındaki yaprak ve çalı çırpı hışırtılarını duymak insana kesinlikle mutluluk hormonu salgılattırıyor.
Bununla birlikte, fotoğraf çekmeyi sevenler için ağaç manzaralarıyla, bitki türlerinin yakın çekimiyle, ördeklerin pozlarıyla, gölet ve ağaçların harika uyumuyla çok güzel çalışmalar yapılabilir. 
Çocuklar için de muhteşem bir keşif alanı olan bu botanik bahçesine kesinlikle ziyaret yapılmalı. Birlikte bitki türleri incelenebilir; renkleri, kokusu, dokusu vs., sonra ördekler çocukların oldukça ilgisini çekebilir, ayrıca oldukça geniş bu alanda koşturmak çok eğlenceli olabilir. Böylece çocuklar enerjilerini doğaya bırakıp evlerine döndüklerinde güzelce dinlenirler.
Her mevsim ayrı bir güzel olan Atatürk Arboretumu yazın bunaltıcı sıcaklarında bir vaha, sonbaharda çeşit çeşit renklere bürünmüş muhteşem bir doğa, kışın karlar altında masum bir güzellik, ilkbaharda yenilenen doğa ile birlikte açan çiçekleriyle yalancı bir cennet olabilir. Dolayısıyla her mevsim gidilesi bu parka gitmenizi mutlaka tavsiye ederim.
Botanik park sonrası Sarıyer'i de ziyaret etmek gerekir. Sahilde martılarla yapılan bir yürüyüşle beraber, boğazdan geçen gemileri izlemek insana tüm yorgunluklarını, kırgınlıklarını unutturabilir. Sonra meşhur Sarıyer böreğinden de tatmak gerekir. İnsan bir şehri, ilçeyi hatta semti gezerken o şehirle, ilçeyle, semtle müsamma yiyeceği de tatmadan dönmemelidir, öyle değil mi?
Bu arada Sarıyer demiş iken, Sadberk Hanım Müzesini anmadan geçmeyelim. Ona mutlaka uğrayın. Belki bir gün bir sergi dolayısıyla ziyaret edeceğimiz bu müze başka bir yazımımızın konusu olur...


25 Şubat 2016 Perşembe

KIŞ SEBZELERİ

Kışın en güzel taraflarından biri de çeşit çeşit sebzeleri. Kereviz, pırasa, brokoli, karnabahar, ıspanak ve daha saymadıklarım... İnsanın iştahını kabartan renk renk sebzeler.. Alıp gelesi sonra pişiresi geliyor insanın.. Sebzelerin zeytinyağlısı yenilesi benim için.
Yemek konusunda bir listen olacak. Koyacaksın listene bu sebzeleri, her hafta mutlaka pişirecek, kıyısından köşesinden geçeceksin. Kimi zaman çorbası, kimi zaman yemeği, zeytinyağlısı, böreği derken ne kadar da zenginleşmiş sofran. Bin şükür eder, yemekle bile yaşama sevinci katarsın hayatına. Çünkü yemek de üretimdir; ortaya çıkan bir sanattır; damak zevkidir; en önemlisi de kültürdür. Çocuklara bırakılan tatlar olur, evini ziyaret eden bu sebzeler.. Onlar da çocuklarına bırakır miras niyetine.
O zaman her geçen gün yeni tatlar katmak lazım soframıza. İşte yeni lezzetler keşfetmenin zevkinde adeta sebze avcılığı yapıyorum bugünlerde. Her güne yeni bir lezzet. Bir de bu lezzetleri farklı kimliklere büründürmek en eğlencelisi. Mesela ıspanak bir bakıyorsun çorba olmuş, ertesi hafta pirinçle, etle soğanla birleşmiş bir tabakta, sonra yufkaların arasına saklanmış bir lezzet olarak damaklarda.. Yeter ki yakıştır birini birine. Sonra marifet bir araya getirmekte malzemeleri..
Ama en önemlisi sofralarımızdaki bu zenginliğe şükretmekte. Sebzelerin güzelliğine düzülen bu övgülerden sonra ziyan etmek de yakışmaz bize. 
Mis gibi kokularını içimize çekip emekle yapılan bu yemekleri huzurlu sofralarda yemek de işin bir diğer güzelliği. Çocuklara, eşlere düşen "ellerine sağlık" sözü de hiç eksik olmasın ardından yemeğin. Hep huzurla, güleryüzle, neşeyle yensin yemekler temennisiyle..
Bahara kapı araladığımız şu günlerde kış sebzelerine medhiyem bir şükran borcu niyetine..

ADIM ADIM BÜYÜRKEN

Çocuk gelişimi, içinde birçok sırları barındıran bir derya deniz. Bu derya denizde boğulmamak için kendime kılavuzlar bulmaya çalışıyorum. Kitapları takip ediyorum, dergiler okuyorum vs. Bir de çocukların yaşlarına göre içinde çeşitli aktivite tavsiyelerinin bulunduğu etkinlik setleri var. Bunlardan haberdar olunca hemen merak edip tam bana göre dedim. Böylelikle adım adım gelişim eğitim setine üye oldum.
Ahmet Tarık 9 aylık iken başladığımız adım adım üyeliğimiz devam ediyor. Adım adımla oğlumun ay ay gelişimine uygun olarak dünyayı keşfediyoruz. Çocukların zihinsel, dil, motor ve duygusal, sosyal açıdan gelişiminin desteklendiği ve anne babaların yönlendirildiği bu setle neyi, nasıl öğretirim kaygısı hafiflemiş oluyor. 
Günlük hayatta karşılaşılan kavramlar, duygularımız, yaşadığımız evdeki eşyalar, yiyecekler, giysiler gibi yaşamımıza dahil olan şeyleri çocukla eğlenceli bir şekilde öğreniyoruz, öğretiyoruz; açıkçası çocuğun keşfine ortak oluyoruz. 
Bu eğitim setiyle ilgili önemli bir nokta da çocuğun ilgisini, aktivitlere çekebilmek. İlk aylarda özellikle bebeğiniz hareketli ise ilgisini çekmekte zorlanabilirsiniz. Ancak zorlamadan fakat istikrarlı bir şekilde devam edilirse çocuğun ilgisi çekilebilir. Hatta bir süre sonra sizi sürükleyip birlikte aktiviteleri yapmak isteyebilir. Dolaysısıyla ilk başlarda biraz inatçı ve sabırlı olmak gerekiyor.
Her ay setin içinde yer alan anne babalara yönelik makaleler de çocuk gelişimi ilgili oldukça bilgilendirici oluyor. Bir de ayın meyvesi ile ilgili bölüm var ki böylece meyvelerin faydasını öğrenirken bir yandan da meyve yemeye teşvik gibi oluyor. Hem meyvemizi yiyoruz hem de etkinliğimizi yapıyoruz. 
Adım adım setimizi açtığımızda kimi zaman tahta bir çubuk kimi zaman tahta bir küp kimi zaman bir kedicik çıkıveriyor. İlk anda ne işe yarayacağını anlamadığımız bu materyallerle yaptığımız aktiviteler sonra çok hoşumuza gidiyor. Örneğin tahta çubukları aktivite kitabının içindeki deliklere yerleştirmek Ahmet Tarık için hem çok eğlenceli hem de el-göz koordinasyonunun sağlanması bakımından ve motor gelişimi için oldukça faydalı oluyor. Sonra kutunun içinden çıkan o minik kedicikle saklambaç oynuyor ve kahkahalara boğulabiliyoruz. 
Setimizin içinden çıkan kitaplar da mini kitaplığımızda yer alırken, hayvanları, yiyecekleri, giyecekleri, vücudumuzu vs. tanıyoruz. Şu ana kadarki favori kitabımız, içinde günlük hayatta yaptığımız eylemlerin yer aldığı "çok meşgulüm" kitabı.. Bu kitaba bakarken anılarımız tazeleniyor, daha önce yaptığımız bu eylemleri heyecanla yad ederek birlikte yaptığımız kişiyi de anıyoruz. 
Biz her ay, acaba bu ay kutumuzda neler var diye heyecanla adım adım setini bekliyoruz.

19 Şubat 2016 Cuma

HAFTANIN KİTAP TAVSİYESİ: GERÇEK ÖZGÜRLÜK

Uzun zamandır okumak istediğim ancak geçtiğimiz hafta fırsat bulduğum Doğan Cüceloğlu'nun Gerçek Özgürlük kitabı birkaç gün elimden düşürmediğim, bulduğum her fırsatta ve bir çırpıda okuduğum bir kitap oldu. İnsan önce kendini tanımalı, kendi içi yolculuğunu tamamlamalı ki etrafındaki insanlara da böylece faydalı olabilmeli. Etrafımızdaki insanlar ailemiz, çocuklarımız, komşumuz, sonra bütün bir toplum olabilir. Yürüyüş yaparken karşımıza çıkan bir insana kadın ya da erkek olarak cinsiyet ayrımı sadece insan olduğu için selam vermemiz de bir tür hizmet değil midir? Doğan Cüceloğlu'nun da, irdelediği gibi toplum kodları yani kültürümüzün bize işledikleri bizi insan olduğumuz için sahip olmamız gereken değerlerden alıkoyuyor. Böylece sahip olduğumuz kültürün adeta robotluğunu yaparak şahsiyet olamıyoruz. Yani "başkaları ne der" e takılıp, kendi seçimlerimizi arka plana atıyoruz.
Hayatta, kendimize sormamız gereken en önemli sorulardan biri "Beni bu hayatta ayakta tutacak, diri olmamı sağlayacak yaşama sevincim var mı?" dır. Özellikle annelerin de kendilerine sormaları gereken bu soru insanı Doğan Cüceloğlu'nun yaşamın anlamı bahsine götürüyor. Ben, benim için önemli olan yaşama sevinci kavramını, yaşamın anlamının insanın "ben"ini aştığı yer olarak gören Doğan Cüceloğlu'nun bu kavramıyla özdeşleştirdim. İnsanın "ben"ini aşarak hayatı anlamlandırması için de farkına varan bir gözü, iradesi olmalıdır. Farkına varmakla bitmeyen bu süreç aynı zamanda güç ve cesaret ister. Böylece seçimlerini tamamen kendi isteği ile yapan ve bu seçimlerin sorumluluğunu alan birey şahsiyet olabilir. Şahsiyet olmuş birey de kendi yaşamının anlamını oluşturmuş demektir. 
Kitapta, en çok beğendiğim tespitlerden biri de "İnsan farkında olduğu kadar insan olabilir" tespitiydi. Bunun için de insanın kendine ve dünyaya açık olması gerekir. Bu söylenmesi kolay ancak uygulaması o kadar zor bir cümle ki, çevremde olup bitenlere gözleri kapalı olanları görünce farkındalığın ne kadar önemli olduğunu görebiliyorum. Farkındalık sahibi olduğum için de şükrediyorum. 
Her gün doğan güneşle beraber yeni bir güne başlıyoruz. Gün içinde bir sürü olay yaşıyoruz, bir sürü insanla iletişime geçiyoruz vs. Gün içinde sergilediğimiz tavırlar, davranışlar, iletişim tarzlarımız vs. kendi seçimlerimizin yansıması mı yoksa bizim için yapılmış tercihler mi sorgulamasını yapmadan gerçek özgürlüğe ulaşamayız. Yaşamlarımıza bu gözle bir bakış atıp, sonra şahsiyet olma yolculuğuna çıkabiliriz. Elbette ki, öncelikle insanın böyle bir yolculuğa çıkması gerektiğinin farkında olması gerekir.
Herkesin farkında olduğu bir hayat yaşamasını dilerim..

18 Şubat 2016 Perşembe

İKİNCİ BİR DİLİ NE ZAMAN ÖĞRETMELİYİM?

Bu zamana kadar oğluma yabancı dil eğitimi konusunda çok ilgili değildim. Daha doğrusu bu konuda pek bir bilgim yoktu. Öncelikle ana dilini doğru düzgün şekilde konuşması taraftarıydım. Bunun için de bol bol kitap okuyarak, çevremizde olan bitenleri anlatarak kelime hazinesinin gelişmesine katkıda bulunmaya çalışıyordum. Çocuklarda iki yaşına kadarki dönemde kendilerini sözel olarak ifade etmeleri çok zayıf da olsa, bu dönemde her şeyi beyinlerine kaydetmeleri dolayısıyla gördüklerinin, duyduklarının çok önemli olduğuna inanıyorum. O yüzden çocuklarla bol bol konuşmanın, okumanın gerektiğini düşünüyorum.
Bununla birlikte, ikinci bir dil öğrenmeye başlamanın ne zararı olabilir ki diye düşünmeye başladım ve bu konuyla ilgili araştırma yaptım. Her şeyden önce, çocuklara yabancı bir dil öğretmenin kesin bir kuralı ve yaşı yok. Ancak çocuklar yabancı dil öğrenmeye ne kadar erken başlarlarsa dilin öğrenilmesi o kadar kolaylaşıyor. Ayrıca yabancı dil öğrenimi çocukta düşünmeye yönelik kıvraklık, esneklik ve dinleme yetisi kazandırıyor. İnsanlarla iletişimi de kolaylaştıran yabancı öğrenimi anadilde anlama kabiliyetini de geliştirmekte. Kısacası geniş ufuklar sağlayacak olan yabancı dil eğitimine okul öncesi dönemde başlamak çocukların bu dönemdeki zihinsel esnekliklerinden dolayı çok daha kolay olacaktır. 
Çocuklarda yabancı dil eğitiminde yaştan sonra önemli bir unsur da yöntemdir. Elbette çocuklara yabancı dili eğitimi yetişkinlere verilen eğitimden farklı olacaktır. Çocukların dünyasına hitap eden öğretim yöntemleri daha başarılı olmakta ve yabancı dilden soğutmamaktadır. En etkili yöntemlerden biri şarkılarla yabancı dil öğretimidir. Şarkılar çocuklar için daha akılda kalıcı olmaktadır. Ben de bu yöntemi doğduklarından itibaren kullanmaktaydım. Oyun oynarken, yemek yerken bir yandan da radyoda baby joy kanalını dinleyerek yabancı dile karşı farkındalık oluşturduğumuzu düşünmekteydim. Çocukların en sevdiği şeyler şarkılar, masallar, şiirler, hikayeler, oyunlardır. Dolayısıyla bu aktivitelerin içine yabancı dil katmak çocuklara eğlenerek dil öğretmek olacaktır. Böylece küçük yaştan itibaren yabancı bir dil ile haşır neşir olarak büyüyecekler ve böylece ileride hem okul hayatlarında hem de mesleki yaşamlarında zorluk çekmeyecekler. 
Çizgi film ve çizgi film karakterleri bir şekilde çocuklarımızın hayatlarına girmektedir. Yabancı çizgi film izlemelerini sağlamak da yabancı dil öğrenimin  bir yol olabilir. Böylece çocukların dinleme ve anlama becerileri gelişmiş olur. Bulmaca, puzzle gibi oyunlar da bir diğer yöntem olarak kullanılabilir. 
Üç yaş öncesinde çocuğu bir yabancı dile maruz bırakmanın yabancı dili konuşmasını kolaylaştıracağına inanarak, eğlenceli yöntemlerle, çocuğu sıkmadan, yabancı dili bir şekilde hayatına sokarak çocuğun dili öğrenmesini sağlama taraftarıyım. 

16 Şubat 2016 Salı

KALDIRIMLAR BENİM

Bir ülkenin gelişmişlik boyutunun en önemli göstergelerinden biri de şehir hayatıdır. Her gün isyan ettirecek seviyedeki bir şehir koşullarında yaşayan insan, gelişmiş bir ülkede yaşadığını nasıl düşünsün? Hayat kalitemizi, mutluluk seviyemizi, sağlığımızı vs. etkileyen şehir hayatı, İstanbullular için adeta bir mücadele alanı. Her gün savaş verdiğimiz şehir hayatında, trafik gibi ortak sorunlarımız yanında herkesin tek başına ya da grup halinde mücadele ettiği başka sorunlar da var.
Hayatımın daha çok yaya ve çocuklu olarak geçtiği bu döneminde ben de şehir hayatının birçok yeni problemiyle karşılaşmış bulunmaktayım. Her şeyden önce kaldırım hakkımın çalındığı bu şehirde, çocuğumla açık havada gezinti hakkımın da elinden alındığını düşünüyorum. Çünkü kaldırımların işgali beni adeta dışarı çıkarmaktan alıkoyuyor.. Motorlu taşıtların hakları ön plana getirilerek düzenlenen bir şehrin medeni toplumlara yaraşır bir şekilde oluşturulduğu düşünülemez. Nereden bir motorlu taşıtın çıkacağı belli olmadığı için, yayalar için yapılan kaldırımlar zaten işgal edildiği için, bebek arabasıyla girintili çıkıntılı ve çukurlu yollarda ilerlemenin imkanı olmadığı için devamlı tedirgin olduğum İstanbul sokaklarında ne keyifli bir yürüyüş ne de ihtiyaçlarımı karşılamak için çıktığım yolculuklar benim için mümkün oluyor.
Hep şikayet ettiğimiz bu konularda kendimizi de sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Öncelikle empati mekanizmasını çalıştırıp kendimize yapılmasını istemediğimiz davranışları başkalarına yöneltmemeliyiz. Bir bakıyorsunuz siz de bir gün beş dakika diyerek kaldırıma arabanızı park etmişsiniz. Ancak herkesin bir beş dakikasının toplamda günün yirmidört saatinin işgali haline geldiğini düşündüğümüzde kaldırımlar hiçbir zaman yayalara kalmıyor. Dolayısıyla kimse kendine bir beş dakikayı hak olarak tanımamalıdır. Bunun gibi yapılan tüm hak ihlallerinin gerçek hak sahiplerinin hakkına tecavüz olduğu gerçeği akıldan hiç çıkartılmamalı ve davranış tarzlarımızı buna göre belirlemeliyiz.
Bununla birlikte, her zaman haklarımızın da kollayıcısı olma durumundayız. Şikayet mekanizmasını işletmeden hatta bunu defalarca yapmadıktan sonra bile hakkımızı elde edemediğimiz bir ülkede yaşarken hak savunuculuğunun önemi daha da bir ortaya çıkıyor. Ancak yaptırımlarla caydırıcılık kazanan hak ihlallerinin işe yaradığını görüyoruz. Bazen yaptırımların da ne kadar etkili olduğu şüpheli elbette. Bu bağlamda avukat Feyza Altun Meriç'in aynı zamanda Kadının Fenni kitabının yazarının bir önerisi şikayet konusunda benim için zihin açıcı oldu. Siz de yolda giderken rahatsız olduğunuz kaldırım işgallerinin fotoğrafını çekip şikayet edebilirsiniz. Böylece hiçbir şey yapmamaktansa, bir adım atmış oluruz.
Kaldırımlarımıza sahip çıkalım!

15 Şubat 2016 Pazartesi

PUL BİBER

Benim için kitaplar gibi dergiler de keşif yolculuğumun bir parçası oldular her zaman. Üniversite yıllarımdan itibaren sürekli takip ettiğim, bir sonraki sayısını heyecanla beklediğim dergiler oldu. Bu yolculukta sevdiğim kimi dergiler yayından kalktı, kimisi bir süre sonra ilgimi çekmemeye başladı. Yıllarca takip ettiğim Popüler Tarih dergisi vardı. Her sayısını kaçırmadan aldığım, heyecanla okuduğum ve içinde kitap tavsiyeleri doğrultusunda okudum kitaplar olan bu derginin yayınının son bulması beni çok üzmüştü. Çok severek okuduğum ve defalarca okuyabileceğim tarihi romanlarla hep bu dergi sayesinde tanışmıştım. Popüler Tarihten sonra çıkan diğer tarih dergileri beni bu dergi kadar etkilemedi. Bundan sonra "Güncel Hukuk" yolculuğum başladı. Mesleki bir dergi olan bu dergiyi günceli yakaladığım ve beni akademik açıdan beslediği için takip etmeye devam ediyorum.
Bununla birlikte yeni dergiler keşfediyorum, deniyorum. Kiminin o an bana kattıklarıyla kalıyorum, kimi çok hoşuma gidiyor bir süre daha devam ediyorum vs. Bugünlerde bildiğimiz dergi formatlarının dışında birçok dergiyle karşılaşıyorum. Ot, Kafkaokur gibi.  Edebiyat, fikir, kültür, sanat, hayat dergileri olan bu dergilerdeki kimi yazıların akıcılıkları, eleştirileri ve üslubları beni etkiliyor çoğu zaman.
Böyle düşünerek  bu hafta Pul Biber dergisi okumaya başladım. Çok hoşuma giden mottosuyla "Kadınlar, çocuklar, hayvanlar ve ağaçlar için hayat çok zor. Biz bunu kolaylaştırmaya geldik" hemen ilgimi çeken bu dergideki yazıların da beni etkileyenleri oldu. 
Herkesin hayata bir bakış açısı vardır: anlamlandırma çerçevesi. Bu bakış açısının arkasında da birçok faktör yatar. Yetiştirildiği ortam, yaşadığı çevre, kültür vs. Ama önemli olan kültürünün robotu olmamak. "Ben" ini aşarak olayları dışarıdan izleyebilme becerisi elde etmektir. Bu beceriyi elde etmede de birçok dış etken yardımcı olabilir. Yani insanın farkındalık kazanması gerekir. Bu farkındalığı da en güzel kazandıran kitaplardır sonra dergiler çeşitli yayınlar ve sosyal medya. Ancak sosyal medyanın objektif bir gözden bakması şartıyla... Dolayısıyla elimizdeki araç bir hayli fazla. Yeter ki bizde farkındalığa karşı bir irade ve algı olsun.
Pul Biber'e de bu gözle baktım. İnançlar, görüşler vs. farklı olabilir. Ancak ortada kadın hakları, çocuk hakları, çevre, geçirdikleri bir kaza, felaket sonucu kaybettikleri herhangi bir organı dolayısıyla toplumun dışında kalmak zorunda olan insanların hakları (engelli tabirini kullanmak istemiyorum) gibi sorunlar varsa ve birileri farkındalık yaratıyorsa, bu benim için çok değerlidir. İnsan - insana ilişkiler geliştirebilmek için kadına kadın insan bakış açısıyla, çocuğun da bir birey olduğu unutulmadan saygıyla, doğada yaşayan diğer canlıların da yeryüzünde bizim gibi hakları olduğu gerçeğiyle, bir gün bizim de başımıza gelebilecek bir felaketle herhangi bir organımızın sakatlanacağı bilinciyle davranış tarzı kazanmamız sürdürülebilir bir dünya için ne kadar gerekli farkında mıyız?
Bugün "Pul-Biber" bana bunları düşündürttü. Farkındalık oluşturabildiğini düşündüğüm bu dergi vasıtasıyla günümüzün sorunlarının herkese pul biber olmasını dilerim. Böylece hepimiz her şeyden önce insan insana ilişkiler kurarak çevremizde olup bitenlerin farkına varırız.

13 Şubat 2016 Cumartesi

BOYALARLA RENKLERİN BÜYÜSÜNE KAPILMAK

Bu zamana kadar resim boyalarıyla hiç aram olmamıştı. Çünkü resim yapmakla pek aram yoktu. Biz de şöyle bir kanı vardır: resme ya yeteneğin vardır ya da yoktur. İşte ben resme yeteneği olmayanlardandım. Eğitim sistemimizin ezberci, kalıpsal, dayatmacı yönteminin bir yansıması olan bu görüş dolayısıyla da resim yapmaktan soğudum ve resim ödevlerimi, çevremde resim yapma yeteneği olanlar kişilerden rica ederek geçiştirmeye çalıştım. Oysa resim yapma işi tamamen bizim hayal gücümüze bırakılsa ne kadar güzel olurdu değil mi? Elbette işin teknik yanı öğretilecek ancak belli kalıplara sokulmadan içinden geldiği gibi hayal dünyanı yansıtabileceğin, renklerin dünyasıyla ruhunu dinlendirebileceğin, bizim gibi yoğun eğitim programı ve sınav stresi içinde bir nebze olsun rahatlayabileceğin bir rehabilitasyon planı içinde resim dersleri hayal ettim. 
Bizim de ders şeklinde olmasa da eğlence şeklinde düzenlediğimiz boyalarla renklerin büyüsüne kapıldığımız eğlenceli aktivitelerimiz var. Belki de boyalar birçok annenin korkulu rüyası. Etrafın kirlenmesi,çocuğun üstünün başının berbat olması anneleri korkutuyor olabilir. Ancak birkaç önlemle üstesinden gelinebilecek bu korku yüzünden insan kendini ve çocuğunu boyalarla renklerin büyülü dünyasından mahrum etmemeli. Boyaların ellerle, yüzlerle, ayaklarla hatta bacaklarla temasının, kağıtta oluşturduğu izlerin, patates, ip gibi başka malzemelerle buluşmasının çocuklarda yarattığı heyecan, coşku ve keşif duygusu kesinlikle yaşanmalı. Her şeyden önce çocukları rahatlatan, gevşeten bu aktivitenin çocuklara katacakları çok fazla. Bu yüzden bırakın her taraf boya olsun. Çocuklar keşke hep boyalarla, kalemlerle, kağıtlarla uğraşsa da zararlı alışkanlıklar hiç edinmese...
Bugünlerde bizim favorimiz parmak boyalar. Küçük şişelerdeki bu boyaları küçük parmaklarıyla parmaklayan Ahmet Tarık önce bütün ellerini boyayıp daha sonra resim kağıdına elleriyle vurarak el izlerinin kağıtta çıkmasına bayılıyor. Elbette bununla yetinmeyip yüzüne, ayaklarına ve bacaklarına da bulaştırıyor. Çok keyif aldığı bu aktivitenin sonunda kendini banyoda bulması da onun için ayrı bir keyif. Vücudundan boyaların akıp köpüklere bulaşması ise kahkaha sebebi.
Öte yandan, okul öncesi çocuklar için tavsiye edilebilecek olan mum boyalar var. Mum boyalar da yumuşak olması ve kağıt dışında herhangi bir yerin boyanması karşısında kolaylıkla temizlenmesi nedeniyle tercih edilebilir. Mum boyalarla kağıda gelişigüzel yapılan çizimler çocukları mutlu ediyor. 
Sulu boya ile yapılacak baskı çalışmaları da ayrı bir keyif. İp baskısı, kurumuş yaprak baskısı, patates baskısı hatta maydanoz ve soğan baskısı ile boyanın sebzelerle, bitkilerle olan uyumunu görüp siz de çok eğlenebilirsiniz. Demek ki boyaların da sihirli bir dünyası varmış, keşfedilecek...

12 Şubat 2016 Cuma

HAFTANIN KİTAP TAVSİYESİ: ZARAFET

Her hafta mutlaka bir kere kitabevine giderim. Kitabevine gitmek benim olmaz olmazımdır; nefes alma duraklarımdan biridir adeta. Kitabevine gittiğimde de mutlaka aradığım birkaç kitap vardır. Çünkü daima yenilenen kitap listem cebimde durur. Bu listeyi, takip ettiğim köşe yazarlarının, sanatçıların, akademisyenlerin vs. tavsiyelerine göre oluştururum. Bir de kitap reyonları arasında dolaşırken gözüme ilişen kitaplar vardır: al beni diyen, kendine çeken. 
Kitap konusunda da tıpkı hayatın diğer alanlarında olduğu gibi herkesin farklı tercihleri vardır. Bu tercihler de çocukluğumuzdan itibaren okuyarak, ilgi alanlarımızı belirleyerek, zevklerimize göre oluşur. Bununla ilgili, geçenlerde okuduğum bir cümle çok yerinde gelmişti bana. Şöyle ki çocuklara okumaya başladıkları kitapları kendi tercihlerini oluşturana kadar yarım bırakma hakkı tanınmasını tavsiye ediyordu. Hemen kendi çocukluğuma döndüm ve bu hakkın bana verilmediği geldi aklıma. Okumaya başladığım ancak hoşuma gitmediği için bıraktığım kitaplar ben de hep suçluluk duygusu oluşturmuştur. 
Öyle ya da böyle şimdi kitaplar konusunda beni kendine çeken belli türler var: Araştırma-inceleme, tarih, gezi, kişisel gelişim ve biyografi.. Yakınlarda okuduğum, biyografi türünde bir kitap olan ve Donald Spoto'nun Audrey Hepburn'ün hayatını konu olan kitabı Zarafet farklı bir deneyim oldu benim için. Bazı kitapları okurken aynı zamanda yaşıyorum da sanırım. Bu yüzden rüyalarım da o an okuduğum kitabın izleri taşır. "Zarafet"le de, ünlü bir film yıldızının hayatının dehlizlerine dolaşmak bana böylesi etki yaşattı.
Zarafet sıradan insanlar için çok bilinmedik bir dünyanın kapılarını aralıyor. Çünkü ünlü insanların gösterilmek istenen yüzleri ve hayatları ortadadır. Ancak bu yönleriyle bilirsiniz. Kitapta ise ünlü oyuncunun bilinmeyen tarafları, hayatı, ilişkileri anlatılmış; görünenin dışındaki bambaşka dünya gözler önüne serilmiş. Aslında Audrey Hepburn'ün özelinde dev Amerikan sinema sektörüyle ilgili de bilmediğiniz birçok şey öğreniyorsunuz. Bununla birlikte, onun hayatıyla tarihe de tanıklık ediyorsunuz. İkinci Dünya Savaşı'nın yaşandığı sırada Hollanda'da bulunan yıldız, Hitler Almanyası'nın işgali ile yüz yüze kalıyor ve inanılmaz bir mücadele gösteriyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeninin izlerine de rastlanacak olan kitapta Birlemiş Milletler'e dair de ipuçları yakalanabilir. 
Daha önce kendine has güzelliği ve bir dönemin sinema yıldızı oluşu dışında bana pek bir şey ifade etmeyen Audrey Hepburn ile ilgili, kitabı okuyunca dünyaca bilinen bir yıldız olmanın gerçekten tesadüfi ve bu durumun sadece fiziksel özelliklere bağlı olmadığını öğrendim. Kitapta müthiş bir azim hikayesi var. Audrey Hepburn gerçekten çok çalışkan, disiplinli, işinde oldukça titiz ve mükemmelliyetçi bir insan. Başarısının arkasında da bu özelliklerin yattığı kaçınılmaz. 
Bununla birlikte, insanın iş hayatındaki başarısı bazen hayatta mutlu olmasu için yeterli olmayabilir. Aynı zamanda aradığın mutlu yuvayı bulamayabilirsin. Audrey Hepburn'ün hayatında da bunu görüyoruz. Çocuklara olan sevgisi ve mutlu yuva arayışında çok da başarılı olamıyor. Bu başarısızlık da onu ilerleyen yaşlarında yardım kuruluşlarında aktif olarak çalışmaya teşvik ediyor. 
Zarafet, çalışarak ruhunun bir tarafını tatmin etmeyi başarmış ancak daha önemli olan diğer bir tarafı için hep mücadele etmiş, çoğu kez kırılmış, tekrar ayağa kalkmış azimli bir kadının hayat hikayesi.

11 Şubat 2016 Perşembe

BAZI KELİMELER ÇOK GÜZEL

Kitabı açıyorum ve karşıma bir kelime çıkıyor: temenni. Arapça kökenli bu kelimenin bir şeyin olmasını dileme, dilek manasına geldiğini okuyorum. Bu kelimenin anlamını biliyor olmama rağmen ben de yaşayan bir kelime olmadığını farkediyorum. Okuduğum kitaplarda, mecmualarda, gazetelerde karşıma çıkan okuyunca anladığım ancak kullanmadığım bu kelime dilimde değil. Dil yaşayan bir varlıktır derler ya, işte, bu cümlenin farkına varıyorum. Bana bunu farkettiren de, aldığım günden beri elimden düşürmediğim, gün içerisinde zaman zaman açıp baktığım,"Bazı kelimeler çok güzel" kitabı. İçinde bilmediğim, bildiğim ancak kullanmadığım, bildiğim ve kullandığım birçok kelime var. Bir de oyun var: eşimle oynadığımız kitabı rastgele açıp, karşımıza çıkan kelimelerin anlamlarını birbirimize sorduğumuz kelime oyunu. Bir nevi kelimelerle iletişim kurmak. Birbirimize kelimelerin anlamlarını sorarak aslında bizim için ne ifade ettiklerini, bu kelimeyi ilk nerede duyduğumuzu ya da hangi kitapta okuduğumuzu, belki bu kelimeye dair bir anımız varsa bunu da yanında paylaşma fırsatını yakalıyoruz. Böylece kelimeler yani dilin en önemli parçaları bizi birbirimize yaklaştırıyor. Birbirimizin anlam dünyalarını keşfediyoruz. Alın size bir keşif yolculuğu daha. Sanırım keşfin sonu yok. Yeter ki keşfedecek bir şeyler bulalım. İşte size keşfettiğim bir kaç kelime:
Gözlerimi kapatıyorum, kitabı rastgele açıyorum ve kendimi yeni bir kelimenin keşfinde bana çağrıştırdıklarına bırakıyorum: Hüsnükabul[1]. Tevafukun[2] böylesi.. Beni hüsnükabulle karşıladığınızı varsaymıştım. Bilmukabele[3]... 
Velhasıl kelimelerle hasbihal etmek, hele ki bazı kelimelerle, insana bir letafet[4] katar. Kaptırınca kendini bazı kelimelerin efsunkar[5] havasına bir bakmışsın hemdem[6] olmuşsun kelimelerle benim gibi.
Kelimelerin size de hep tebessüm etmesini temenni ederim.



[1] Güzel karşılama. İyi şekilde kabul etmek.
[2] Denk düşme. Uygun gelme. Kaçınılmaz tesadüf.
[3] Karşılık olarak. Karşılıklı. Dilek ve hislerin karşılıklı olduğunu belirtmek için, cevaben kullanılan bir söz.
[4] Güzellik. İncelik. Hoşluk.
[5] Büyülü. Çarpıcı. Karşı konulmaz şekilde etkileyici.
[6] Samimi dost. En yakın arkadaş. Canciğer arkadaş.

10 Şubat 2016 Çarşamba

UÇURTMA DÜNYASI

Keşif sevdamız bizi bu sefer Üsküdar'daki Uçurtma Müzesi'ne götürdü. Hem müze hem de atölye olan Uçurtma Dünyası Müzesi, Üsküdar'ın dar ve yokuşlu bir sokağında yer alıyor. Aziz Mahmut Hüdayi Hazretleri türbesine de oldukça yakın. Müzede farklı ülkelerde yapılmış çeşit çeşit uçurtmalar yer almakta. Farklı kültürlere ait, renk renk ve değişik şekillerdeki bu uçurtmalar görülmeye değer. 
Uçurtma atölyesi ise çocukların uçurtma yapımına şahitlik edebileceği, kendi uçurtmalarını yapabilecekleri ve böylece uçurtma dünyasına adım atabilecekleri bir atölye. Bence bu mekanın en güzel tarafı da bu. Böylece dünyanın en eski geleneklerinden biri olan uçurtma nesilden nesile aktarılmış oluyor. 
Müzede, Çin, Malezya, Japonya, Kore, ABD gibi farklı ülkelerde yapılmış uçurtmalar sergileniyor. Çin'e ait uçurtmalarda yer alan ejderha figürü oldukça dikkat çekici. Malezya'ya ait, elde yapılmış olan uçurtmalar ise eşsizliği ile çok kıymetli. Ayrıca müzede ABD'ye ait oldukça uzun ve büyük, uçurulunca da balon gibi havalanan bir uçurtma yer almakta. Bu uçurtmayı görünce aklıma ABD'nin Mexico eyaletinde düzenlenen dünyanın en büyük sıcak hava balonu festivali geldi. Dolayısıyla ABD kültüründeki uçurtmayı balonla özdeşleştirdim.
Bununla birlikte, müzede elde yapılmayan, hazır uçurtmalar da yer almakta. Ancak bunlar çok da ilgimi çekmedi. Çünkü uçurtma denince aklıma gelen, ip, çıta ve uçurtma kağıdından makas yardımıyla yapılan geleneksel altıgen uçurtmalar... Bahar mevsiminin sembollerinden biri olan bu uçurtmalarla, çocuklar kırlarda, parklarda koşturarak gökyüzünü rengarenk hale getiriyorlar. İşte gökyüzünün rengarenk olduğu bu harika zamanlar çocukların hafızalarında çok güzel bir anı olarak kalıyor. Dolayısıyla çocukluğun ilk tutkularından bir olan uçurtma kesinlikle yaşatılması gereken geleneklerden biri. 
Uçurtmaya her bir kültürün yüklediği anlam da oldukça farklı. Bu durumu ilk olarak Uçurtma Avcısı kitabını okuduğumda farketmiştim. Uçurtma oyunu için çocukların verdiği mücadele, heyecan, çoşku Afgan kültüründeki uçurtmanın yerini sorgulatmıştı bana. 
Bununla birlikte, uçurtma müzesini gezerken öğrendiğim, ve çok sevdiğim bir uçurtma adetine göre de, bir bebeğin dünyaya gelmesiyle, uçurtma uçurarak, bebeğin özgür bir birey olarak yaşamanı sürdürüleceğine inanılmakta. Uçurtmanın böyle güzel anlamları yanında, bir zamanlar savaşta düşmanı korkutmak amaçlı kullanıldığı da bilinmekte.  
Benim için uçurtma hem hüznü, hem de sevinci ifade ediyor sanıyorum. Uçurtmaya yüklediğim hüzünlü taraf, okuduğum "Uçurtma Avcısı" kitabından ve izlediğim "Uçurtmayı Vurmasınlar" filminden kaynaklanıyor olsa gerek. Aslında uçurtma bir sevinçtir; baharın gelişidir, çocukların sevinç çığlıklarıdır, yemyeşil kırlardır. Bu müze bana uçurtmanın sevinçli yanını hatırlattı daha çok. Bahar gelişini beklemek için bir sebep daha doğdu: uçurtma uçurmak. 

9 Şubat 2016 Salı

NERGİS KOKULU GÜNLER

Nergis en sevdiğim çiçeklerden biri oldu bir anda. Çevremizde fark etmediğimiz o kadar çok şey var ki. Nergis de benim fark etmediklerimdenmiş. Burnum o mis kokusunu nasıl da duymamış. Gözlerim nasıl da kör olmuş nergisin güzelliğine. Demek ki hayatta farkındalıklarımız dönem dönem değişiyor. Duyarlılıklarımız değişiyor. İlgi alanlarımız farklılaşıyor. Fakat önemli olan bu değişimin olumlu yönde olması. 
Bazen çocukların hayatımıza getirdiği sorumluluktan şikayet eder; bunaldığımız anlar olur. Kendimize vakit ayıramamaktan, işlerimizi yetiştirememekten vs. söylenir dururuz. Ancak zamanla farkediyorum da çocukların hayatımızdan götürdükleri birşey yok; aksine kattıkları öyle çok ki. Her şeyden önce duyarlılıklarımız artıyor. Çünkü kalbimiz sadece kendimiz için atmıyor artık. Kalp de bir kere bir çocuk için atmaya başladığında, ritmi diğer çocukları da içine alıyor. Dünya daha yaşanılası bir yer olsun istiyorsun. Hani hep küçük şeylerden mutlu olmaktan bahsedilir ya. Tam olarak bunu yaşamaya başlıyorsun. Ama bu öyle planlı, programlı yaşanacak bir şey değil. Zorlamayla olmuyor. Bir bakmışsın kendiliğinden gelişmiş, zamanla.. 
Ben de, bir baktım ki, bugünlerde küçük şeylerin bana kattığı mutluluğu yaşıyorum. Sadece bir nergis çiçeği farkettirdi bu hissi bana. Küçücük bir şey.. Yayılınca kokusu evime nergis kokulu günler yaşıyorum dedim kendi kendime. Sonra peşine takıldığım küçük şeyleri düşündüm. Bir kitap, bir yazı, bir yürüyüş, bir deniz, bir çiçek, bir Ahmet Tarık'ın gülüşü, bir Mehmet Yavuz'un gülüşü... Bunlar mı küçük? Aslında hepsi kocaman bir dünya. O halde büyük şeyler küçüklerde saklı. Herkes mutluluğun sırrını arar. Mutluluğun sırrı aslında kendisinde saklı. 
Nergise dönersek geri, dedim ya  meğer ben nergis kokulu günler yaşıyormuşum. O yüzden, şimdi, hasbihal edecekmişim kendisiyle. Boşuna dememişler her şey zamanı ve yeri gelince yaşanır diye. Benim de nergis zamanım gelmiş. Çektim kokusunu içime, çocukların kokusunu çekermiş gibi. O da geçici çünkü zaman gibi. 
İnsan yaş aldıkça, hayatındaki küçük şeyler de değişecek, mutluluğunun sırrı da. Yeter ki bunu fark edecek bir akıl, bir göz, bir kalp olsun bizde. 
Herkese nergis kokulu günler dilerim..

8 Şubat 2016 Pazartesi

HEM ÖĞRENCİ HEM ANNE OLMAK

Ben kendimi, bildim bileli öğrenci gibi hissediyorum. Üniversiteden sonra öğrencilik hayatıma kısa bir ara vermiştim. Ancak bu dönemde de öğrenciliği çok özlemiştim. Hani aşktan bahsederken aşkın birçok çeşidinin olduğu söylenir ya: doğaya aşk, ağaca aşk, çocuğa aşk vs. gibi. İşte benim öğrenciliğe olan duygularım da böyle. Aşk duyuyorum öğrenciliğe. Belki bir kısmınız böyle aşk mı olur, en son aşk duyulacak şey öğrenciliktir, diyebilirsiniz. Çünkü sorumluluk ister öğrencilik, zordur, streslidir. Ben bu sorumluluğu almaya gönülden razıyım. Bir tür yaşama sevinci benim için. Okumam gereken makalelerin, kitapların olması, not almam gereken cümlelerin varlığı, kütüphane raflarında kitapların aranması, not tutmalar, yazmalar beni öyle mutlu ediyor ki tarifi imkansız. Bu bahsettiklerim aslında çok kişiye özel şeyler. Yani yalnız yapınca, belki bir kahve, çay eşliğinde olunca,  tadından yenmez oluyor. Ancak bir de işin öbür tarafı var: Annelik..
Annelik asla aksatamayacağınız bir iş. İhmale hiç gelmez. O zaman nasıl olacak hem annelik, hem öğrencilik? Bulabildiğim zaman kırıntılarıyla öğrenciliğin tadını çıkarıyorum. Bunun için de sabahın erken vakitleri ya da gecenin ilerleyen vakitleri, uykusuzluğu göz almak pahasına kollanan vakitlerim oluyor. Hem böylece dünyada bol bol şahit olunması gereken gün doğumunu izlemek ya da gecenin sessizliğini dinlemek fırsatını yakalamış oluyorum. Ayrıca böyle böyle yakalanan zaman dilimleri de daha bir kıymetli oluyor sanki: verimi de, insana kattığı da daha çok... Yani annelik içinde öğrencilik hem tatlı hem de meşakkatli. Tüm sevdiğimiz şeyler gibi aslında.

7 Şubat 2016 Pazar

BİR ZAMANLAR ST. PETERSBURG'DA

St. Petersburg benim için mutlaka görülmesi gereken şehirlerden biriydi. St. Petersburg'la ilk olarak Dostoyevski'nin eserlerinde tanışmıştım. Doğu'nun Venedik'i olarak bilinen St. Petersburg'un kanallarının ve dillere destan mimarisinin gizemi beni adeta kendine çekti. Böylece oğlumuzla ilk yurtdışı gezimizi St. Petersburg'a yaptık. Ahmet Tarık 11 aylıktı ve ben de beş buçuk aylık hamileydim. Buna rağmen, dolu dolu bir gezi oldu benim için. Gezmek için enerji doluydum ve bir şehir keşif için beni bekliyordu.
Gezi öncesi mutlaka araştırma yapar; görülmesi gereken yerlerin, yenmesi gereken yiyeceklerin, alınması gereken hediyeliklerin vs. listesini çıkarırım. Bunun için de öncelikle gideceğim şehri anlatan bir gezi kitabı incelerim. Sonra internetten araştırma yapıp, daha önce bu şehri gezen blog yazarlarının yazılarını okurum. St. Petersburg için de yaptığım hazırlıklarla gezimize başladık. Bu şehre dair ilk izlenimim yüzyıllar öncesine ait muhteşem binaların çok iyi bir şekilde korunmuş olduğudur. Aynı zamanda geniş caddeleriyle, yemyeşil büyük parklarıyla, birçok kanallarıyla, kısalı uzunlu köprüleriyle, muhteşem saraylarıyla ve katedrallerinin şehrin siluetini yansıttığı gri bir şehir. Beyaz gecelerin şehre kattığı masalsı havayı da söylemeden geçemeyeceğim. Gökyüzünde bulutlarla, mavinin, pembenin yaptığı danslardan gözlerimi alamadan Neva Nehri boyunca yaptığım sakin yürüyüşleri de unutmayacağım.
St. Petersburg'da görülmesi gereken birçok eser, müze, park, saray vb. var. O yüzden şehri gezmek ve anlatmak çok zaman alabilir. Peki benim St. Petersburg'um da neler var?
Hermitage Müzesine girdiğim anda bir saraya adım attığımı hissettim. Süs havuzlar, asırlık ağaçlar, muhteşem bir mimari... Hermitage Müzesi çok büyük bir alana yayılmış ve içinde çok önemli eserleri yer aldığı bir müze. Bu müzeyi gezerken de mutlaka görmem gereken eserleri not aldım. Bunlardan biri Raffaello Loggia'ları. Vatikan'dan etkilenilerek yapılan hatta kopyalanan fresklerin görüldüğü bu alan oldukça etkileyici. Bir diğer etkileyici bölüm kışlık sarayların yer aldığı bölüm. Burada şaşaanın, gösterişin abartıldığına şahit olunabilir. Dekorasyonundan gözlerinizi alamayacağınız bu bölümü de gezmenizi tavsiye ederim. Bana göre müzede görülmesi gereken bir diğer yerde pavyon salonu. Dekorasyonunda mermer ve altının buluşmasını göreceğiniz bu salonda, aynı zamanda ünlü Tavuskuşu Saati'ni de görebilirsiniz. 
St. Petersburg deyince zihnimde canlanan bir diğer nokta da Nevski Prospekt Caddesi. St. Petersburg'un en ünlü caddesi olan bu cadde, başka şehirlerin ünlü caddeleriyle de hep karşılaştırılır. Örneğin İstanbul'un Bağdat Caddesi gibi denir. Her yerin kendine has bir havası vardır. Ancak buranın kendine özgülüğü farklı, o yüzden caddenin görüntüsü zihnimde hala taze. Geniş ve upuzun bu caddenin üzerinde de görülmesi gereken bir çok yer var: Kazan Katedrali gibi. Yine kanallar üzerinde yer alan cadde, ünlü markaların mağazalarıyla, hediyelik eşya dükkanlarıyla, ve ancak içeri girince kafe olduğunu anladığınız kafeleriyle, restoranlarıyla capcanlı bir cadde. 
St. Petersburg'un çevresinde de görülmesi gereken birçok yer var. Bunlardan biri Peterhof Sarayı. Baltık Denizi kıyısında yer alan bu saraya feribotla gidebilir, keyifli bir deniz seyahati de yapabilirsiniz. Yarım saatlik bir yolculuk sonunda çeşmeleriyle ünlü Peterhof Sarayı'na ulaştığınızda muhteşem bahçeler, süs havuzlar, sincaplar sizi karşılayacak. Peterhof'un en fazla görülmeye değer kısmı çeşmeleri. Bu çeşmelerin en göz alıcı olanı da büyük çeşme. Sarayın terasının Finlandiya Körfezi'ne bakan muhteşem manzarası gerçekten görülmeye değer. 
Saraylar şehri St. Petersburg'da ziyaret ettiğimiz bir diğer mekan, Gatçina oldu. Huzurun, sakinliğin, durağanlığın hakim olduğu Gatçina'da yer alan Neo-klasik sarayın pencerelerinden muhteşem bahçeleri izleyebilir, sonra göl kenarında yürüyüşe çıkabilirsiniz. Zaten burası da Çar ve ailesi için başkentteki huzursuzluklardan uzak, güvenli bir liman olarak görülmüş. Hala o havanın hakim olduğu saray ve bahçesindeki gezintimiz, güzel bir anı olarak zihnimde hala canlı.  
St. Petersburg, kesinlikle masalsı bir şehir. Neva nehri boyunca görebileceğiniz katedralllerin, sarayların, anıtların siluetleri sizi Dostoyevski'nin romanlarına, monarşik imparatorluğun altın çağına götürebilir. Ancak şehrin merkezinde bolşevik devrimi sonrasının izlerini görmek mümkün değil.

6 Şubat 2016 Cumartesi

LEGOLARIN DÜNYASI : LEGOLAND DISCOVERY CENTRE İSTANBUL

Bir şehrin inşasını düşünüyorum. Şehrin öncelikle gözetilmesi gereken kesimlere göre planlanmasını; çocuklar, engelliler, yaşlılar vb. sakinlerinin hakları düşünülerek inşa edilmesini hayal ediyorum. Bu şehirde çocuklara ayrılan alanların şehri ne kadar da güzelleştirdiğini görüyorum. Şehir böyle insanlık kazanıyor. Çünkü çocukların ihtiyaçları daha çok yeşili, daha çok parkı, bahçeyi, ağacı, daha çok oyuncağı gerektiriyor. Ne kadar da masum ihtiyaçlar öyle değil mi? İşte bu hali çok seviyorum. Bu şehrin çocuk hali. Var mısınız şehrin bu halini keşfetmeye?     
Bu amaçla bu haftasonu Legoland'e gitmeyi plandık. Ve iyi ki de gittik. Burası tam olarak legoların dünyası.
İlk olarak legoların nasıl yapıldıklarını, fabrikalarını, sizin de dahil olduğunuz bir oyun sayesinde öğreniyorsunuz. 

Sonra legolardan yapılmış dünyanın en önemli yapıtlarını geziyorsunuz: Eiffel Kulesi, Pisa Kulesi, Özgürlük Anıtı, Tac Mahal gibi. Legolardan yapılan eserler için bir bölüm de İstanbul'un muhteşem siluetlerine ayrılmış: Süleymaniye Camisi, Haydarpaşa Garı, Sultanahmet Cami, Boğaziçi Köprüsü... Bu güzel yapıtların ışıklandırmalarla hem gece hem gündüz hallerine şahit olabilirsiniz. 
Sonra kendinizi legolardan çevrili bir dinlenme alanına atabilirsiniz. Burada çocuklar legolarla minik eserler yapabilirler. Ayrıca dört boyutlu sinemayı da kaçırmayın. Böylece legoların dünyasını izleyin. Hem de çocukların lego filmini izlerken gösterdikleri tepkileri, heyecanı görünce gülümsemiş olursunuz.
Biz legolarla çok keyifli bir gün geçirdik. Şehire gelen bu tip organizasyonlar bir fırsat olarak görülüp değerlendirilebilir. Hem de güzel bir gün geçirilmiş olur. Bunun için takip ettiğim bir internet sitesi var: sehrincocukhali.com. Çocuklarla ilgili gidebileceğiniz her türlü aktivitenin yer aldığı, müze, mekan tavsiyelerinin bulunduğu bu siteye sık sık göz atıyorum. 

5 Şubat 2016 Cuma

HAFTANIN KİTAP TAVSİYESİ: SEN BEN VE ÇOCUKLARIMIZ

Günümüzde ebeveynler çocuk gelişimine oldukça ilgi duyuyorlar ve kulaktan dolma bilgiler yerine okuyarak kendilerini geliştirmek istiyorlar. Bunda modern toplumun etkisi de yok değil. Öyle ki artık çekirdek aileler yaygınlaşmış; geniş aileler ise kaybolmaya yüz tutmuştur. Dolayısıyla daha önceleri büyüklerinden elde ettikleri bilgileri, ebeveynler artık kitaplardan elde etmeye çalışıyorlar. Bu talep karşısında her geçen gün artan bir şekilde yeni kitaplar yayınlanmaktadır. Ben de bu konuda büyüklerimin tecrübeleri yanında, kitap okuyarak da kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Farklı görüşlere sahip uzmanların kitaplarını okuyorum, farklı doktrinleri öğreniyorum; bunlardan kendi değerlerime uygun olanları uygulamaya alıyorum. Bu hafta Nevzat Tarhan’ın “Sen Ben ve Çocuklarımız” adlı kitabını okudum. Çocuk eğitimine ilişkin temel bilgilerin yer aldığı bu kitap oldukça akıcı; bir solukta okunabilecek güzel bir kitap. Nevzat Tarhan Hoca kitapta birçok önemli noktayı vurguluyor. Çocukların karakter gelişimi için ebeveynlerin davranışlarındaki tutarlılığın ve kararlılığın önemine değiniyor. Yani ebeveynlerin aynı dili konuşması çok önemli. Bu da, bize aile içi iletişimin çok iyi sağlanmasının, çocuğun karakter gelişimi için gerekli olduğunu gösteriyor. Bir diğer nokta, anne ile bebek arasında kurulan ten temasının anne bebek arasındaki güvenin oluşması için ne kadar önemli olduğudur. Özellikle bizim toplumumuzun değerleri yakın teması, şefkati, ilgiyi içermesi nedeniyle batı toplumlarında yer alan çocuğun karnı tok, altı temiz ise ağlasa da ilgilenilmemesi gerektiği yargısı toplumumuza uygun değildir. Günümüzde maddiyatın odak noktası haline gelmesi aile içinde de görülmektedir. Ancak kitapta da değinildiği gibi ailede maddiyat odak noktası olmamalıdır. Çocuğun kendini güvende hissetmesi için anne baba arasındaki gerginliklerin çözüm üretilerek giderildiğine şahit olmasını sağlamaktadır. Anne baba arasında gerginlikler olabilir. Önemli olan bu gerginliklerin çözümle sonuçlanacağını çocuğun görmesidir. Çocuk eğitiminde en kritik dönemin 0-6 yaş arası olduğu kitapta vurgulanmış ve çocuğun her şeyi bir kamera gibi kaydettiği bu dönemde anne baba her hareketinden sorumludur. Günümüzün en problemli alanlarından olan televizyona, internete, sosyal medyaya karşı takınılması gereken tavıra da kitapta değinilmiştir. Devamlı televizyon izlemenin, dil gelişimini engellediği tespit edilmiştir. Buna karşı güzel bir öneri de verilmiştir: planlı olma. Anneler, çocuklarının televizyon başında, bilgisayar başında geçirecekleri zaman planlayabilirler, zaman kısıtlaması yapabilirler. Kararlı bir tutumla da bu problemle baş edilebilir. Kitapta, özgüven konusu da üzerinde çok durulmuş olan bir alan. Ebeveynlerin çocuklarını iyi tanıması ve yatkın oldukları konularda kendilerini geliştirmelerine olanak sağlamaları, çocuklarda özgüveni geliştirmenin bir yolu olarak görülmektedir. Çocuklara dürüstlüğün nasıl öğretileceğine de değinilmiş, her şeyden önce dürüstlüğün ailede yaşanarak öğretilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Önemli bir nokta da yalanın sıradanlaştırılmamasıdır. Yemek yeme alışkanlığı, ilk ciddi eğitim olan tuvalet eğitimi, kardeş kıskançlığı, harçlık eğitimi gibi önemli konuların da yer aldığı kitapta, en önemli vurgu tüm bu çetrefilli alanlara karşı anne babanın tutumuna yapılmıştır. Önemli olan çocuğu hayata hazırlamaktır. Bunu yaparken de çocuğa karşı sevgi ve disiplin dengede tutulmalıdır. Son olarak kitapta en sevdiğim tespite yer vermek istiyorum: “Anne bekçi olmalı; çocuğu uzaktan kontrol etmelidir.”

4 Şubat 2016 Perşembe

OYUNCAKLAR DÜNYASI

Çocuklarla birlikte yeni bir hobi daha edindim:  Oyuncaklar.. Kendimi oyuncakların büyülü dünyasına adım atmış gibi hissediyorum. Bu büyülü dünyayı keşfetmek için kendimi sık sık oyuncakçı dükkanında buluyorum. Bu keşife bazen kitaplarda bazen de müzelerde devam ediyorum. Oyuncaklar da benim hiç bitmeyen keşiflerimden olacak sanırım.
Oyuncaklara olan bu düşkünlüğümü, çocuklarla iletişim için vazgeçilmez olarak görmüyorum. Çocuklarla iletişim için kesinlikle bir aracıya ihtiyaç duymamıza gerek yok. Bedenlerimizi, dilimizi kullanarak da pekala çok güzel oyunlar oynayabiliriz.
Ancak benim gibi oyuncakların sihirli dünyasından kendilerini alıkoyamayanlar için de çok farklı kategorilerden oyuncaklar var. Benim favorilerimden biri tahta oyuncaklar… Bunlara bayılıyorum: çok estetik ve naif geliyorlar bana. Bir diğer çok sevdiğim oyuncak lego: Bunlardan farklı farklı dünyalar oluşturulabilir. Sonra bu dünyalarda çocuklarınızla beraber gezinebilirsiniz. Bu gezintilerin seslendirmeleri de size.
Oyuncakların  bir de tarihe ettikleri tanıklıklar var. Her dönemin oyuncakları farklı. Dolayısıyla çeşit çeşit ülkelerde oyuncak müzeleri kurulmuş. Bunlardan biri de İstanbul, Göztepe’de Sunay Akın’ın kurduğu Oyuncak Müzesi. Benim gibi oyuncak severlerin mutlaka gezmesi gereken bir müze burası. Burada oyuncakların, bulundukları dönemleri, ne kadar da yerinde bir şekilde yansıttıklarını görebiliriz. En önemlisi de, sizin çocukluk dönemlerinizdeki oyuncakları gördüğünüzde yüzünüze yayılan gülümsemedir. Dolayısıyla buna değer..
Oyuncakların hep yüzümüzü gülümsetmesini ve oyuncaklarla çocukları hatta büyükleri gülümsetmeyi dilerim. Mesela çok sevdiğimiz bir arkadaşımıza, eşimize, kardeşimize, anne, babamıza ya da büyüğümüze çocukken çok sevdiği elinden düşürmediği ya da çok istediği halde ulaşamadığı bir oyuncak alıp bunu o dönemdeki çok sevdiği bir müzik eşliğinde hediye etsek ve yüzündeki ifadeye baksak, ne görürüz acaba? Ben bunun kocaman bir gülümseme olacağına inanıyorum.


3 Şubat 2016 Çarşamba

TOPRAKLA ARKADAŞLIK

Günümüzde toprakla vakit geçirmek; elimizin yüzümüzün toprak olması, elbiselerimize toprağın bulaşması, toprağın kokusunu içimize çekmemiz unuttuğumuz ama bulunca altın madeni bulmuşçasına sevindiğimiz anlardır. Bizim unuttuğumuz ama çocuklarımızın karşılaşınca çok mutlu oldukları, hemen atlayıverdikleri toprak, hayatımıza sokulaverilesi bir alan..               Toprak deyip geçmemek gerek. Zira onun altında ve üstünde bir dünya yatar adeta. Karıncalar, mesela. Hangimiz onların dünyasına dalmamışızdır? İzlediğimiz zaman hayretlere düşer; bu mucizeye şükran duyarız. Ancak sonra yine kendi dünyamıza döner, koparız toprağın bu büyülü atmosferinden. Topraktan bu uzun kopuşlar, insan fıtratının özüne iyi gelmez. Dolayısıyla toprakla daha fazla uğraşmak gerek; çocuklarımızla da toprağa yöneltmek, bu konuda onlara rehberlik etmek gerekir. Çiçek ekip gelişimini izlemek, ağaç dikip meyve vermesini beklemek, böylece mevsimlere şahitlik etmek, ağaçlarla, çiçeklerle arkadaşlık etmek çocuklar için ebeveynlerin yapacağı en güzel rehberlik alanlarındandır.               Ancak ortaya koyduğumuz farkındalıklarımızla çocuklarımızın yaşamlarına yön verebiliriz. Onlarla beraber ağaç dikelim; diktiğimiz ağacı izleyelim, meyvesi varsa paylaşalım, ağacımızdan konuşalım. Böylece çocuklarımıza iletişim kurmanın harika bir yolunu keşfetmenin tadına varırız.

2 Şubat 2016 Salı

MİNİK GEZGİNLERLE MÜZE ZİYARETİ

Müze ziyaretleri her zaman ruhumun beslendiği, kendimi iyi hissettiğim, orada bulunmaktan mutluluk duyduğum anlardır. Daha önceleri plansız olarak gerçekleştirdiğim bu ziyaretler, çocuklu hayatla birlikte yani planlı hayata geçişle, bir program dahilinde yapılmaya başlandı. Hafta içinde yapılan müze araştırmaları, heyecanla cumartesi gününün beklenmesi ve gerçekleştirilen ziyaretler…
Öncelikle Ahmet Tarık'ın hoşuna gidebileceği müzeleri araştırıyorum. Ancak kaçırmak istemediğim süreli sergilere de hep birlikte gidiyoruz. Bu sergilerde zorlandığımız anlar yaşasak da; bir sanat eserinin önünde dakikalarca hatta saatlerce vakit geçiremesek de orada bulunmuş olmanın hazzını ne yazık ki başka bir şey veremiyor. 
Çocuklarla müze gezmek kimine göre işkence gibi gelebilir. Ancak çocukların keşfe, yeniliklere verdiği tepkiler tüm zahmetlere değiyor. Hafızalarının bir köşelerine attıkları bu yeni maceralar eminim onların hayatlarında önemli bir kesit olarak kalıyor. 
Bu düşüncelerle çıktığımız yollarda biz çok eğlendik. İşte çok eğlendiğimiz bu gezilerden biri, geçtiğimiz haftalarda vuku buldu.  Ahmet Tarık’ın gezmekten çok hoşlanacağı bir müze olarak düşündüğümüz İstanbul, Hasköy’de yer alan Rahmi M. Koç Sanayi Müzesi’ne gittik. Burası, geçmişten günümüze, çeşitli dönemlere ait ulaşım araçlarının sergilendiği harika bir müze.  Dolayısıyla uçak, tren, araba yani her türlü ulaşım aracına düşkün olan Ahmet Tarık’ın gönlünde burası adeta bir taht kurdu. Hangi araca bakacağını şaşıran, kendince bir şeyler anlatmaya çalışan oğlumuzun mutluluğunu görmek bizi de çok mutlu etti.
Çocuk dostu bu müzeyi gezmek çocuklarla hatta bebeklerle çok kolay.  Bebek arabalarıyla kolayca müzenin her köşesini gezebiliyorsunuz. Ayrıca görülmeye değer, nostaljik asansörleriyle üst katlara da kolayca çıkabilirsiniz.
Deniz altılardan, bebek arabalarına, bisikletlere, kayıklara, oyuncaklara kadar birçok koleksiyonu bünyesinde bulunduran müzede, tarihin farklı kesitlerine gidip keyifli bir gün geçirilebilir. Çocuklar gibi büyüklerin de hayranlıkla etrafı incelediği bu müzeye adeta  Hasköy'ün tarihi havası da sinmiş. Kıyıda yer alan İstanbul Şehir Hatları vapuru da özlenen İstanbul'u hatırlatıyor sanki.

1 Şubat 2016 Pazartesi

İSTANBUL'UN PARKLARI

İnsan kendini çocuğunun ritmine bırakınca nasıl da doğruyu buluyor? Bazen sadece ona ayak uydurmak gerekiyor. Ya da onun ihtiyaçlarına cevap bulmak. Böylece aslında kendi ihtiyacımızı da bulmuş oluyoruz. İşte bunlardan biri de açık hava. Sadece açık hava…
Ancak şehir hayatı için kaçınılmaz olarak açık hava parklar demek. Benim için de çocuklu hayatla birlikte parklar çok büyük önem kazanmaya başladı. İyi ki de öyle oldu. Çünkü parkların tadına varınca yaz kış, sıcak soğuk fark etmeden haftanın hemen her günü kendimizi parklara atar olduk. Bu arada yeni parklar keşfetmek de işin eğlenceli kısmı oldu.
Bence parklar hem doğayı keşfetmenin; ağaçlarla, böceklerle haşır neşir olmanın, bol bol koşuşturup enerji atmanın, salıncağa, kaydırağa binip eğlenmenin, hem de farklı insanlarla karşılaşıp sosyalleşmenin en güzel yeri. Parkların tüm mevsimlerde ayrı ayrı tatları var: Sonbaharda yerlere dökülmüş sarı sarı yaprakların çıkardığı hışırtılar, kışın kurumuş dallar ya da kar yağınca bembeyaz olmuş doğa, ilkbaharda çiçeklenen ağaçlar ve yemyeşil  çimler, yazın susamış güvercinler…
Sosyalleşmenin en güzeli de yine parklarda yaşanır. Çocuklar kaydırakta kayan, salıncakta sallanan diğer çocukları beklerken, diğerlerinin haklarına saygılı olmayı, herkesin ortak malı olan eşyaları kullanmayı, çevreyi temiz tutmayı öğrenirler. Zaten en iyi öğrenme şekli de uygulayarak, tecrübe ederek öğrenme değil midir? İşte bu duygularla biz parkları seviyoruz, parklara gidiyoruz, yeni parklar keşfediyoruz.
İstanbul’da sevdiğimiz birçok park var. Anadolu yakasında ikamet ettiğimiz için daha çok bu yakadaki parklara gidiyoruz. Koşuyolu parkı bunlarda biri. Hem yürüyüş parkuruyla, hem çocuklar için yapılmış alanlarıyla, hayvanlarıyla, süs havuzlarıyla gitmekten zevk aldığımız bir park. Köpekler, kediler, güvercinler de size arkadaşlık edebilir burada. Ayrıca kendinizi fıskiyeli havuzun kenarında suyun dinlendiriciliğine bırakabilirsiniz.
Göztepe 60. Yıl parkı da çok sık gittiğimiz bir diğer park. Burası da oldukça geniş alanıyla ve çocuklar için değişik aktivite alanlarıyla güzel vakit geçirebilecek bir park.
Deniz havası almak istiyorsak Kuzguncuk ya da Çengelköy’e gidiyoruz. Hem balık tutanları izliyoruz, hem de gemileri, vapurları vs. görebiliyoruz. Böylece çocuklar için masallarda gördükleri gemiler, vapurlar, kayıklar;  şarkılarda dinledikleri balıkçılar, bir parça da olsa zihinlerinde gerçeklik kazanıyor.
Asırlık ağaçlarıyla, tarihi köşkleriyle Küçük ve Büyük Çamlıca kendinizi şehrin içinde olmanıza rağmen dışında hissettiğiniz mekanlar. Özellikle hafta içinde bulunmaktan hoşlandığım, sakince havayı içime çektiğim ve rahatladığım bu yerlere çocuklarla gitmek, çimlerde yuvarlanmak en güzel aktivitelerden biri.

Ajandama yeni park isimleri yazıp, “gidilecek” notu koymaya devam ediyorum. Keşfedilecek birçok park var. Keşke bu keşif hiç bitmese... Yeni parklar da yapılmaya hep devam etse…