27 Haziran 2016 Pazartesi

İLK GÖZ AĞRIMA MEKTUP

Hep deriz ya "ne çabuk 1 yıl oldu, ne çabuk büyüdü, ne çabuk geçti zaman vs." . İşte şimdi ben de diyorum ki "Ne çabuk iki yaşında oldun sen, daha dün beklerken doğmanı sabırsızca..". Ahmet Tarık'ın iki yaşını karşılarken bu günlerde, ona ilk göz ağrım sıfatını yakıştırır oldum. Her bekleyiş bir diğerinden farklıdır ancak aynı duyguları hissettirir yine de. İlk göz ağrısının bekleyişi unutulmaz iken ikincinin dinginliğin de, ruhuna inen sekine halinde dinlenirsin hatırlarken bile o günlerini. 
İlk göz ağrımı yazarken benim canım oğlum yıllar sonra bu satırları okurken taze taze hissetsin istedim bugünkü duygularımı. Annesinin otuz yaşının hisseyatının sindiği cümleleri o da kendi otuz yaşını yaşarken duysun istedim. 
Annesi gibi aceleci, annesi gibi kararsız benim canım oğlum acele edip dünyaya gelmeye karar verdiğinde, sonra da vazgeçtiğinden bir türlü gelmek bilmediğinde bana unutulmaz acılar çektirip sonunda kucağıma verdiklerinde bu minik, çizgi film karakteri gibi şey benim oğlum mu şimdi demiştim. Başında kukulatesiyle bir virgülü andırıyordu. Dolayısıyla çok sevimli bir şeydi. Bu minik virgülü geçmek bilmeyen sarılığı yüzünden kuvöze koyduklarında duvarlara vurarak ağladığımı hatırlıyorum da gerçekten bir anne için çocuğunun saçının teline zarar gelse kıyametleri kopartacak bir yüreğe sahip olmasını daha iyi anlıyorum. O yüzden Allah hiçbir anneyi evladının sağlığı ile imtihan etmesin diliyorum.
Benim canım oğlum sen bizim için ilklerin küçük adamısın. İlk senin gülüşüne şahitlik ettik. İlk senin emeklemeni bekledik sonra ansızın gelen ilk adımlarını gördük. İlk kelimelerinle, ilk cümlelerinle bize muhteşem heyecanlar yaşattın. Sonra sen benim arkadaşım oldun. Ev, küçük bir bebek olarak kardeşin için daha güvenli iken, sen benimle ileride kardeşine de rehberlik etmek için dünyayı keşfe çıktın. Ne kadar uyumlusun ki seninle gezmek, dolaşmak hiç sorun olmadı benim için. Bir de güleryüzün var ki herkesi sana hayran bırakan, hiç solmasın dileğim..
Düştüğünde ağlamadan kalkıp yoluna devam eden, içinde bitmeyen ve hiç bitmemesini dilediğim merak duygusuyla dünyayı keşfetmeye çalışan, konuşmaya başlamasıyla birlikte kocaman bir hayal gücüne sahip olduğuna şahitlik ettiğim benim küçük kahramanım iyi ki doğmuş..


22 Haziran 2016 Çarşamba

HADİ ARTIK SEN DE BAĞIMSIZLIĞINI İLAN ET!

Annesini her an etrafında görmek isteyen, hatta gözünün önünden hiç ayrılmasın diyen bir küçük adam var evimizde hayata daha ürkek yaklaşan, annesinden başka kimseciklere güvenmeyen. Yoksa biz "güvenli bağlanma" denen şeyi kuramadık mı aramızda? Oysa doya doya yaşamaya başlamıştık birbirimizi doğduğundan itibaren. Sonra anne ile bebeğin ilişkisi, bebeği kucağınıza ilk verdikleri andan itibaren hatta dünyaya geleceğinin haberini ilk duyduğunuz andan itibaren aşama aşama başlayan bir süreç değil midir? Ve ilmek ilmek işlenen bir aşktır adeta. O yüzden ne kadar "güvenli bağlanma" gerçekleşsin diye söylenenleri yapmaya çalışsan da doğal sürecinde ilerliyor her duygu, her paylaşım, her temas...Yani aşkın doruklarına bir anda çıkamıyorsun. Paylaşımlar arttıkça anne ile bebeğinin ilişkisi de boyuttan boyuta geçiyor. 
Şöyle geçtiğimiz on aya bakıyorum da; ben en çok bebeğimin kokusunu içime çekmişim. İyi ki de çekmişim. Hayat devam ederken, bir de aslında daha o da bir bebek olan ağabeyinin de ihtiyaçları varken karşılanması gereken ve adil olduğumu düşünürken küçüğün annesine olan bu düşkünlüğü, bu bağlılığı nedendir diye kafa yormadan edemiyor insan haliyle.
Sonra fıtrattır diye işin içinden çıkıyorum çoğu zaman. Ancak öyle bunaldığım anlar oluyor ki "Hadi artık sen de bağımsızlığını ilan et!", diyorum. Biliyorum ki o da bir gün bağımsızlığını ilan edecek. Onu kucağıma almaya kalktığımda, öpmeye çalıştığımda "dur ya anne" diyecek. O yüzden bu ne acele? Belki de tadını çıkarmalı yapışık ikiz gibi dolaşmanın, ele ele göz göze oturmanın, kıkırdaşmanın...
Bu pozitif bakış açısını her zaman korumak mümkün olmuyor ne yazık ki. Ev dışındaki bir ortamda ya da evde fakat ona göre yabancı insanların konuk olduğu zamanlarda keyifsiz anlar yaşatabiliyor bu küçük adam bana. Dolayısıyla böyle zamanlarda da bu dönemin geçici olacağını hatırlayıp, onu ortama adapte etmeye çalışmak gerek. Agresif olunca hem kendi keyfin hem de onun keyfini daha da çok kaçırıyorsun. O yüzden en iyisi onu her zaman güvende olduğunu hissettirecek davranışlarda bulunmak. Her şeyin anahtarı sevgidir diye boşuna dememişler. Kendimize her zaman sevgiyi telkin etmek dileğiyle...

13 Haziran 2016 Pazartesi

İNSANA EN ÇOK YAKIŞAN UMUTTUR

Sabah yataktan nasıl kalkarsan günün öyle geçer. Tecrübeyle sabittir. Bazen gece yatarken ona buna dargın yatıp bütün gece dargınlığını daha da derinleştirip sabah da asık suratla kalktığın oluyor mu bilmem ama benim başıma geldiği vardır. Sonra sabah o asık surata bir de öncekilere benzeyecek bir güne neden uyandım ki bunalımı yaşıyorsam bu yeni gün pek de iç karartıcı geçecek demektir. Oysa yeni yepyeni bir gün işte.. Neden öncekilere benzesin ki? Hem bugünü öncekilerden farklı kılacak hazineler de senin elinde. Sonra insan güne böylesine karamsar başlayınca güçsüz de hissediyor kendini. Hiçbir şey yapmamak hatta yemek bile istemiyor. En kötüsü de tahammül gücünün alt sınırlarında geziniyor olman. Bu durumdan da en çok etkilenen çocuklar oluyor haliyle. Adil mi küçücük çocuklardan hayata karşı takındığın tavrın sonuçlarına katlanmalarını beklemek?
Bunları tam da bir hikaye yarışmasını kazanamadığımda düşündüm. Kazananlar arasında ismimi göremeyince ilk şu cümle geldi aklıma: "İnsana en çok yakışan umuttur." Çünkü umutlu olunca yüzünde hep gülümse, sonra vücudunda bir enerji ve yerinde duramama hali, hayallerin varlığıyla kalbinde uçan kelebekler... Bütün bunlar insana en çok yakışan ve onu güzelleştiren hallerdir. Dolayısıyla umudun yakışmadığı insan yoktur. 
Öte yandan, gerçekleşse de gerçekleşmese de hayal kurmak güzeldir. Bugün gerçekleşmeyen hayalinin, eğer peşini bırakmazsan, yarın bir gün sana bir sürpriz yapmayacağını nereden biliyorsun. O yüzden ne hayallerinin peşini bırakmalı ne de umut etmekten vazgeçmeli. 
Güne başlarken de günün sana getireceği güzellikler için sabırsızlanmalı; kötü sürprizler için gülüp geçecek moral motivasyonu bünyene şırınga etmeli. Güzellikler demişken öyle çok büyük şeyler beklemeyin. İki çocuğunun aynı saatte öğle uykusuna dalıp, deliksiz iki saat boyunca uyumaları gibi bir şey olabilir mesela. Ya da aradığın bir kitabı geçerken uğradığın kitapçıda bulman gibi. Sonra beklediğin bir kargonun düşündüğün günden önce gelmesi gibi. En güzeli de sabah erkenden hem de uykunu almış bir şekilde kalkıp, herkesten önce kendine bir saat hediye etmen gibi.
Güne güzel başlamış olmak öyle bitmesini sağlamıyor her zaman. Aksilikler hiç peşini bırakmayadabilir. Uzun bir kuyruk bekleyip işini halletmeden çıkabilirsin örneğin devlet dairesinden. Ya da boşuna tepmişsindir onca yolu. Hemen öfkeleniveriyorusun değil mi işin halledilmeyince ya da boşuna zaman kaybedince? En iyisi derin bir nefes al; öfke gibi zehirli duygusal tepkimeyi vücuduna vermeden önce düşün. Çünkü öfkenin insanın kendisine ve çevresindekilere verdiği zarar öyle gereksiz, öyle pişman edici ki insan sonra yaşadığı o ana dönüp o öfkeli anını yok etmek istiyor. 
Bol hayalli, bol umutlu günler hepimize..

12 Haziran 2016 Pazar

BABA DEDİĞİN NEDİR Kİ

Herhalde hiçbir baba bir anne gibi olamaz. Ne annenin yerine bir baba; ne de bir babanın yerine bir anne konulabilir. Öyle ki annelerin ev hayatı ve çocuklar için harcadıkları mesaileri de babalarınkinden kat be kat fazladır. Şu da bir gerçek ki bebeğin doğumuyla birlikte bir anne için hayat artık eskisinden çok farklı iken ve bir daha da eskisi gibi hiçbir zaman olmayacakken, babalar için hayat hemen hemen aynı temposuyla devam etmektedir. 
Öte yandan, anne dediğin çok şey iken belki de, baba dediğin de az bir şey sayılmaz.  Her şeyden önce babanın varlığının bir anneye kattığı manevi yön yadsınamaz. En önemli rollerinin annelik yükünü hafifletmek olan babalar bu rollerini daha bebek dünyaya gelmeden oynamaya başlarlar. 
Hamileyken ağlama krizlerine girip üzmene rağmen, devamlı darıldığın için ne yapacağını şaşırmasına rağmen, gecenin bir vakti senin canın bir şey çekti diye tüm şehri turlamasına rağmen doğum sırasında acılar içinde kıvranırken acılarla daha iyi başedebilmen için elini sık diye sana uzatandır baba. O yüzden, baba dediğin şey az bir şey değildir aslında.
Daha birkaç günlük bebeğinin altını değiştirirken yaşadığın maceralara birlikte güldüğündür bir baba. Çocuklarla ilgili yerli yersiz tüm endişelerini dinleyen, çözüm üretendir bir baba. Haftasonu planlarının uygulayıcısıdır bir baba. Aslında o bir süpermendir; bir elinde dokuz kiloluk puset, diğer elinde alışveriş poşetleriyle her defasında evden çıkış ve eve giriş maceranın en önemli ortağıdır. En önemlisi iki çocukla hayata devam ederken öfke krizlerine, duygu yüklü anlarına, alınganlık nöbetlerine en yakın şahit edendir. 
Velhasıl bu yazı bir doğum günü yazısı niyetiyle oğullarımın en iyi arkadaşına ithaf edilmiştir..

11 Haziran 2016 Cumartesi

EVİMİZDE KÜÇÜK BİR KAŞİF VAR

Emeklemeye başladığından beri girip çıkmadığı delik kalmayan, dünyayı büyük bir iştahla keşfetmeye çalışan, adeta bir sürüngen edasıyla ayaklarımızın arasında dolaşan küçük kaşifimizin evde elini uzatmadığı, tadına bakmadığı hiçbir şey kalmadı. Yemek yaparken mutfakta agu sesleri ile en iyi arkadaşım oldu. Kısacası ben nerede isem orada küçük bir de adam vardı. Ancak bu küçük sürüngen ile evdeki hayat bir hayli eğlenceli geçerken, bir o kadar da bize zor dakikalar yaşatıyor. Öyle ki bir odadan diğerine geçerken içleri parçalayan ağlaması yok mu, insan ne yapacağını şaşıyor. Mecburen kucağıma alıp sakinleştirip,eline oyalanacak bir şeyler vermem gerekiyor. Bir de eline geçirdiği bir nesneyi keşfetmesine izin vermeden el koyduysanız kıyamet kopuveriyor. İşte keşfetmesine izin vermediğinizde hissettiği o duygu canını öyle yakıyor ki bir anneye babaya düşen de onun bu merak duygusunu gidermek oluyor. Çünkü onun daha bebekken oluşan bu ilk merak duygusunu yok etmek tüm hayatına yayılacak yıkıcı bir etki yapabilir. Öte yandan anne babaları da en çok zorlayan nokta minik parmakları tehlikeli eşyalara dokunduğunda takınılması gereken tavır. Elbette ki evdeki sürüngen kişileri o tehlikeli noktalardan uzak tutmak gerekir. Dolayısıyla en iyisi evi çocuk dostu haline getirip minik ayakların, minik parmakların gönlümüz rahat bir şekilde evde dolaşmasına razı olmak...
Bir de son günlerde yemek yerken sanki dışarıda bir restoranın bahçesinde yiyormuşçasına bir kediciğin bacaklarımın arasında dolaştığı hissine kapılıyorum. Çünkü mama sandalyesinin dokuzuncu ayını doldurmasıyla işlevini de tamamladığına çok geçmeden tekrar şahit olduk çok şükür. Öyle ki mama sandalyesi üzerinde ayağa kalkmalar, sarkmalar, masaya uzanmalar konusunda adeta dejavu yaşıyoruz. O yüzden iyisi mi biz yemek yerken bir kedicik bacaklarımızın arasında dolaşsın. Çıkardığı sesler de müzik niyetine masamızı şenlendirsin. 
Yaptığınız her işe ortak olmak isteyen, bir bakmışsınız çamaşır makinesinin içine kafasını uzatmış, bulaşık makinesindeki tabakları alan, yazı yazmaya çalışırken klavyenin tuşlarına uzanmaya çalışan ya da abisine kitap okurken elinizdeki kitabı bir çırpıda alan ve yemeye çalışan bıdıklar artık kesin olarak gözlerini dünyaya ve dünya nimetlerine açmışlardır. 
Böylece tüm bunlar yaşanırken anne babaya bol bol sabır ve kolaylıklar, küçük bünyelere de sağlık dilerim.

4 Haziran 2016 Cumartesi

ONLAR OLMADAN ASLA!

Sırtımda çanta, ellerim dolu, bir yandan da bebek arabasını sürüklerken çocuklarla birlikte kendimizi asansöre attığımızda deli miyim divane miyim diye soruyorum kendime. Öyle ki önce çocuklar bir güzel temizlenmiş, giydirilmiş, hazır hale getirilmiş sonra çantaya yedek kıyafetler, acil durumlar için yiyecekler vs. düşünülüp, yerleştirildikten sonra ayaklarına dolaşan iki çocukla zar zor hazırlanılmış ve zorlu bir ayakkabı giyme sürecinden sonra eller, kollar dolu bir şekilde asansöre binilerek dışarı çıkma sürecinin ilk adımını başarıyla tamamlamış olmak işte insana daha doğrusu anneye böyle bir soruyu haliyle sordurtuyor. Her seferinde yaşadığımız bu süreç evden çıkmamızı engelliyor mu? Hayır.. Sanırım anneye öyle bir kuvvet, güç geliyor ki dışarı çıkmak için yapılan hazırlıklar, dışarıda yaşanan yorgunluklar vs. vız geliyor. Bir de her yaşanan ana, anı biriktirmek bakış açısıyla baktığımdan olsa gerek ancak kendimi günün sonunda yatağa uzandığımda ne kadar yoruldum derken buluyorum.
Öte yandan, beni asıl yoran dışarıda çocuklarla geçirdiğimiz vakitlerde yani çocuklarla sosyalleşirken insanlardan gelen tepkiler olabiliyor zaman zaman. Ne güzel ki günümüzde herkes çocukları ile birlikte dışarıda, yani herkes çocuğumla sosyalleşiyorum diyor. Ancak bazen öyle zamanlar oluyor ki dışarıda iken çocuğunun yaptığı bir huysuzluktan, ağlama krizinden vs. dolayı çok zor durumda kalabiliyorsun. O an eleştiren, ayıplayan gözlerden ziyade destek olan, yardım eden yaklaşıma ne kadar da ihtiyaç duyuyorsun. "Çocuktur; yapar", "olsun" deyip geçmek ne güzel bir bakış açısıdır.
Bu bakımdan, Kudüs İbrani Üniversitesi'nde profesör olan Sydney Engelberg'in ders anlatırken bir öğrencisinin çocuğunun ağlaması üzerine çocuğu kucağına alıp ders anlatmaya devam etmesi gerçekten çok anlamlı. Bu bakış açısının toplumun her alanında yaygın olması, kadınların hem anne rolleri ile hem de farklı kimlikleri ile toplumda var olmalarına ve kendi güçlerini ortaya koymalarına yardımcı olmaz mı? O yüzden kadınlar için pozitif ayrımcılığı, çocuklarıyla beraber iş hayatında olmalarına yardımcı olacak, onları destekleyecek yasaları, düzenlemeleri çok gerekli görüyorum.
"Çocuk da yaparım, kariyer de yaparım" güzel de; ikisini de verimli bir şekilde yapmak için de atılacak çok adım var bence. Dolayısıyla hiç kimsenin ve hiçbir şeyin annelerin üzerinde yük oluşturmadığı ve böylece hayata değer katmalarının kolaylaştırıldığı bir dünya hayali ile...