Gözlerini açtığında muhteşem
bir gün doğumu ile karşılaştı. Yolculuk boyunca uyumuştu
Ne kadar da yorgun
hissediyordu kendini. Ancak uyandığında karşılaştığı bu manzara karşısında
adeta çarpılmıştı. Hayatı boyunca kaçırdığı gün doğumları için hep hayıflanırdı zaten. Pek de haksız sayılmazmış. İnsan böyle bir manzarayı nasıl kaçırırmış.
Bu arada otobüs de gara
yaklaşmak üzereydi. Yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Güneş yeni güne “merhaba”
dediyse de henüz yeryüzünü ısıtmaya başlamamıştı. Dışarısı epeyce soğuk
olmalıydı. Montunu giydi; fermuarını bir güzel yukarı çekti. Muavin de tek tek
koltukların önünde duruyor; yolculara nerede ineceklerini soruyordu. Nihayet
onun da yanına gelmişti: “Abla, nerede ineceksin?” diye sormuştu. Geldiği yerde
bildiği hiçbir yer yoktu ki. “Otogarda” dedi. Otogara geldiklerinde,
yolcularını karşılamaya gelenleri gördü otobüsün penceresinden. Hüzünlendi.
Daha önce hiç böylesini yaşamamıştı. Mutlaka bir karşılayanı olurdu. Öte yandan
yeni bir hayatın kapısını araladığını düşünüp, bulunduğu eşikte yalnız olmaktan
gururla karışık bir mutluluk hissetti. Ömrünün yarısını tamamlamıştı, ancak
hayatının hiçbir döneminde yalnız, yapayalnız bir adım atmamıştı bilinmezliğe.
Otobüsten indi. Buraya kadar
hiçbir şeyi planlamadığından oturup düşünmeye ihtiyacı vardı. Çevresine
bakındı. Ancak bu saatte hiçbir yer açık değildi. Kaldırıma oturdu. Yavaş yavaş
hareketlenen şehri gözlemledi; inceledi.
Ne kadar da sakin ve dingin olduğunu
fark etti. Sanki dünya yansa umurunda. Bu kararlığını sevdi. İçi içini
yemiyordu. Sonra stresten elleriyle oynamıyor; bacaklarını devamlı
titretmiyordu. Kendi kendini serbest bırakmıştı adeta; özgürlüğünü kazanmıştı. Belki
de demir parmaklıklar arasındaki hapisten daha kötüsü insanın kendi kendini
hapsetmesiydi. Oturduğu yerden kalktı. Şehir merkezine giden minibüsleri fark
etti; o tarafa yöneldi. “Şehir merkezine gitmek istiyorum.” dedi minibüsün
başındaki şoföre. Şoför sabah mahmurluğu ile konuşmadan boş koltuğu gösterdi.
Sonra vazgeçti. “Kapadokya’ya nasıl giderim?” diye sordu. Şoför “Ürgüp, Göreme
karşı tarafta.” dedi. Bu sefer hızlıca o tarafa yöneldi. Çünkü kalkacak olan
minibüsü kaçırmak istemiyordu. Minibüs kalkmak üzereyken son anda yetişti.
Minibüsün penceresinden
görünen manzaralar onu büyülemişti. Yol akıyordu, manzaralar akıyordu; o ise gördüklerini
beynine kaydetmek istiyordu. Çünkü bunaldığı anlarda bu güzel manzaralara
sığınacaktı. Gerçi artık o bunaldığı hayata bir daha dönmeyi düşünmüyordu.
Ancak alışkanlık işte, daha önce yaptığı bu adeti burada da tekrarlıyordu.
Uçsuz bucaksız tarlaların
üstünde gezinen kara bulutlar kesin yağmur habercisiydi. Mevsim de zaten bir
güneş, bir yağmur mevsimiydi. En doyumsuzu da bu mevsimin insanı her gün bir
gökkuşağına şahitlik ettirmesiydi. İçinden yağmur sonrası çıkan güneşle beraber
bir gökkuşağı görmeyi diledi. Gökkuşağını görünce de hiçbir şey dilemeyeceğine
karar verdi. Çünkü dilek beklentiydi. Onun kalbi de beklenti içinde olmaya
artık dayanamazdı; yorgundu.
Ürgüp ya da Göreme fark
etmezdi. Minibüs ilk olarak nerede durursa orada inecekti. Nihayet geldiklerini
fark etti. İyi ki de ilk duracakları yerde inmeye karar vermişti. Çünkü
geldikleri yerde bir Pazar kuruluydu. Hemen minibüsten atladı. Böyle yerlerde
pazarlar erkenden kurulurdu. Rengarenk bir pazara düşmüştü. Renkler, kokular,
ve konuşmalar…
Ondan çok uzak ancak
kitaplığındaki masallar kadar yakın bir dünyanın kapıları aralanmıştı; pazarın
içine doğru adım atarken. Buradaki her şeyi hissetmek istiyordu. Her şeyi
görmek, koklamak ve duymak… İnsanların günlük konuşmalarını, dert yanışlarını,
dedikodularını dinlemek ona ayrı bir haz veriyordu; kendi gerçekliğinden
tamamen kopuyordu; başka hayatlara misafir oluyordu. Ancak bu misafirlikte
kendini anlatmak yoktu, ona yönelen sorular yoktu, sadece dinliyordu,
dinliyordu. Dinlerken dinleniyordu.
Küçük bir kasabanın küçük
bir pazarıydı işte. Bir baştan bir başa… Çabucak son bulmuştu bu masalsı yolculuk.
Ancak keşif daha bitmemişti. Burada yerden gökyüzüne kadar insanın gözlerine
ziyafet vardı.
Şu Peribacaları’nın her biri
saray olup canlandı gözünde. Yanında da kuleleri… O da bu kulelerden birinin
tepesinden Rapunzel gibi uzattı saçlarını aşağıya; güneş ışığında parladı pırıl
pırıl her bir teli. Tıpkı ayçiçeklerinin güneşin ilerleyişini izlediği gibi o
da kuleden kuleye atlayıp saçlarını güneşle buluşturdu.
Sonra önüne pat diye bir taş
düştü. Aldı taşı eline. Evirdi, çevirdi. Küçük bir taştı işte. Fırlatıp attı
uzağa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder