15 Ekim 2016 Cumartesi

BİR YOLCULUK

Gözlerini açtığında muhteşem bir gün doğumu ile karşılaştı. Yolculuk boyunca uyumuştu
Ne kadar da yorgun hissediyordu kendini. Ancak uyandığında karşılaştığı bu manzara karşısında adeta çarpılmıştı. Hayatı boyunca kaçırdığı gün doğumları için hep hayıflanırdı zaten. Pek de haksız sayılmazmış. İnsan böyle bir manzarayı nasıl kaçırırmış.
Bu arada otobüs de gara yaklaşmak üzereydi. Yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Güneş yeni güne “merhaba” dediyse de henüz yeryüzünü ısıtmaya başlamamıştı. Dışarısı epeyce soğuk olmalıydı. Montunu giydi; fermuarını bir güzel yukarı çekti. Muavin de tek tek koltukların önünde duruyor; yolculara nerede ineceklerini soruyordu. Nihayet onun da yanına gelmişti: “Abla, nerede ineceksin?” diye sormuştu. Geldiği yerde bildiği hiçbir yer yoktu ki. “Otogarda” dedi. Otogara geldiklerinde, yolcularını karşılamaya gelenleri gördü otobüsün penceresinden. Hüzünlendi. Daha önce hiç böylesini yaşamamıştı. Mutlaka bir karşılayanı olurdu. Öte yandan yeni bir hayatın kapısını araladığını düşünüp, bulunduğu eşikte yalnız olmaktan gururla karışık bir mutluluk hissetti. Ömrünün yarısını tamamlamıştı, ancak hayatının hiçbir döneminde yalnız, yapayalnız bir adım atmamıştı bilinmezliğe.
Otobüsten indi. Buraya kadar hiçbir şeyi planlamadığından oturup düşünmeye ihtiyacı vardı. Çevresine bakındı. Ancak bu saatte hiçbir yer açık değildi. Kaldırıma oturdu. Yavaş yavaş hareketlenen şehri gözlemledi; inceledi.
Ne kadar da sakin ve dingin olduğunu fark etti. Sanki dünya yansa umurunda. Bu kararlığını sevdi. İçi içini yemiyordu. Sonra stresten elleriyle oynamıyor; bacaklarını devamlı titretmiyordu. Kendi kendini serbest bırakmıştı adeta; özgürlüğünü kazanmıştı. Belki de demir parmaklıklar arasındaki hapisten daha kötüsü insanın kendi kendini hapsetmesiydi. Oturduğu yerden kalktı. Şehir merkezine giden minibüsleri fark etti; o tarafa yöneldi. “Şehir merkezine gitmek istiyorum.” dedi minibüsün başındaki şoföre. Şoför sabah mahmurluğu ile konuşmadan boş koltuğu gösterdi. Sonra vazgeçti. “Kapadokya’ya nasıl giderim?” diye sordu. Şoför “Ürgüp, Göreme karşı tarafta.” dedi. Bu sefer hızlıca o tarafa yöneldi. Çünkü kalkacak olan minibüsü kaçırmak istemiyordu. Minibüs kalkmak üzereyken son anda yetişti.
Minibüsün penceresinden görünen manzaralar onu büyülemişti. Yol akıyordu, manzaralar akıyordu; o ise gördüklerini beynine kaydetmek istiyordu. Çünkü bunaldığı anlarda bu güzel manzaralara sığınacaktı. Gerçi artık o bunaldığı hayata bir daha dönmeyi düşünmüyordu. Ancak alışkanlık işte, daha önce yaptığı bu adeti burada da tekrarlıyordu.
Uçsuz bucaksız tarlaların üstünde gezinen kara bulutlar kesin yağmur habercisiydi. Mevsim de zaten bir güneş, bir yağmur mevsimiydi. En doyumsuzu da bu mevsimin insanı her gün bir gökkuşağına şahitlik ettirmesiydi. İçinden yağmur sonrası çıkan güneşle beraber bir gökkuşağı görmeyi diledi. Gökkuşağını görünce de hiçbir şey dilemeyeceğine karar verdi. Çünkü dilek beklentiydi. Onun kalbi de beklenti içinde olmaya artık dayanamazdı; yorgundu.
Ürgüp ya da Göreme fark etmezdi. Minibüs ilk olarak nerede durursa orada inecekti. Nihayet geldiklerini fark etti. İyi ki de ilk duracakları yerde inmeye karar vermişti. Çünkü geldikleri yerde bir Pazar kuruluydu. Hemen minibüsten atladı. Böyle yerlerde pazarlar erkenden kurulurdu. Rengarenk bir pazara düşmüştü. Renkler, kokular, ve konuşmalar…
Ondan çok uzak ancak kitaplığındaki masallar kadar yakın bir dünyanın kapıları aralanmıştı; pazarın içine doğru adım atarken. Buradaki her şeyi hissetmek istiyordu. Her şeyi görmek, koklamak ve duymak… İnsanların günlük konuşmalarını, dert yanışlarını, dedikodularını dinlemek ona ayrı bir haz veriyordu; kendi gerçekliğinden tamamen kopuyordu; başka hayatlara misafir oluyordu. Ancak bu misafirlikte kendini anlatmak yoktu, ona yönelen sorular yoktu, sadece dinliyordu, dinliyordu. Dinlerken dinleniyordu.
Küçük bir kasabanın küçük bir pazarıydı işte. Bir baştan bir başa… Çabucak son bulmuştu bu masalsı yolculuk. Ancak keşif daha bitmemişti. Burada yerden gökyüzüne kadar insanın gözlerine ziyafet vardı.
Şu Peribacaları’nın her biri saray olup canlandı gözünde. Yanında da kuleleri… O da bu kulelerden birinin tepesinden Rapunzel gibi uzattı saçlarını aşağıya; güneş ışığında parladı pırıl pırıl her bir teli. Tıpkı ayçiçeklerinin güneşin ilerleyişini izlediği gibi o da kuleden kuleye atlayıp saçlarını güneşle buluşturdu.
Sonra önüne pat diye bir taş düştü. Aldı taşı eline. Evirdi, çevirdi. Küçük bir taştı işte. Fırlatıp attı uzağa. 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder